12 Aralık 2011 Pazartesi

Hanım dilendi,bey beğendi...

1973 yılında ve sonraki birkaç yılda yaz tatillerimde, evde birikmiş, artan iplerle motifleri ördükten sonra bıkmıştım. Annem de siyah orlonla onları birleştirip püsküllerini takmıştı. Şimdi iyi ki örmüşüm, diyorum. Hey gidi günler heey.... 

Nereden çıktı şu bitişik eğik yazı?!!!...


Nereden çıktı şu bitişik eğik yazı?!!!...


12 Aralık 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Nereden çıktı şu bitişik eğik yazı?!!!... Geçenlerde veli dostlarımdan birinin yana yakıla anlattığı, onun gündemini oluşturan konu:
İlköğretim dördüncü sınıfa giden oğlunun yazısının “çok kötü, okunması olanaksız, kargacık burgacık” oluşuydu.
Bu yüzden çocuk, öğretmeni tarafından her gün uyarılıyor, cezalandırılıyor, ödüllendiriliyordu; ama bir türlü yazısını düzeltemiyordu.
Veli, çocuğunu suçlarken çoğu zaman da birinci, ikinci sınıfta bu konuda yeterli ilgiyi göstermeyen öğretmeni suçluyordu.
Hatta bu kadarla yetinmeyip bitişik eğik yazıyı zorunlu hale getiren MEB’i de suçluyor, “Avrupalılar bunu kullanıyor diye biz de kullanmak zorunda mıyız?” diye ekliyordu.
“Bitişik olmayan harflerin nesi varmış, çocuk onu daha güzel yazarmış,
Bitişik eğik el yazısını yazarken elini hiç kaldırmadığı için eli yoruluyormuş, bu yüzden harflerin özelliklerini vermeden karalarcasına yazıveriyormuş.”
“Bunu bir yenilikmiş gibi getirmişler, halbuki seksen sene önceki yıllarda bile kullanılıyormuş.”
“Tam da onun çocuğu okula başladığı yıl zorunlu olmuş…”
Velimizin bir solukta içini boşaltmasından sonra, ona pek çok konuda haklı olduğunu söyledim.
Yine de bu konuda, uzun yıllar ilköğretim birinci kademe öğrencileri üzerinde yapılan “Araştırmalara göre bitişik eğik yazı, sürekli ve hızlı yazılmaktadır. Dik temel yazıda her harften sonra durulduğu için yazı yazma süreci sık sık kesilmekte ve yavaşlamaktadır.
Bu durum düşünme sürecini de etkilemektedir. Oysa bitişik eğik yazıdaki süreklilik ve hız, düşüncenin sürekliliği ve hızı ile birleşmekte ve birbirinin gelişimini desteklemektedir.”
“Bitişik eğik yazı; öğrencinin yazı yazarken harflere, harf bağlantılarına ve ayrıntılara dikkat etmesini zorunlu kılmaktadır. Bu durum öğrencinin dikkatini önemli oranda geliştirici olmaktadır. Sadece yazma sürecinde değil okuma sürecinde de öğrencinin dikkatli olmasını getirmektedir” diye açıklık getiriyor bu konuya Prof. Dr. F. Güneş.
Elbette yıllarını, dünyanın bu konuda yaptığı araştırmaları ve makaleleri incelemekle geçirmiş bilim insanlarının tezlerine katılmamak mümkün değildir.
Ben yine de genel doğruların her çocuk için geçerli olmayacağını,
Yaşadıkları coğrafi koşullardan, toplumsal ve sosyal farklılıklardan kaynaklanan
Her çocuğun kas, zihin gelişimi, kavrama farklılıkları taşıdığını,
Evrenseli, yerel halkın özelliklerine adapte edecek araştırmaların da bilim insanlarınca yapılmasının daha akla yatkın olacağı kanaatini taşıyanlardanım.
“Milli” Eğitim’in de ondan sonra uygulaması gerektiğini düşünüyor,
Bu konuyu da tamamen reddetmesem de olduğu gibi kabullenemiyorum.

3 Aralık 2011 Cumartesi

Kompozisyonda "dinleme" eğitimi


Kompozisyonda “dinleme” eğitimi


28 Kasım 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Kompozisyonda “dinleme” eğitimi “Bir güzel söz söyleme sanatı varsa, bir de güzel dinleme ve anlama sanatı vardır.” Epiktetos
Geçtiğimiz haftalarda, kompozisyon dersine, insanın kendini sözlü ya da yazılı ifade edebilme temelinin atılmasına değinmiş,
Günlük yaşamın içinde ne kadar önemli olduğundan söz etmiştim.
Seslerin, sözcüklerin, söz gruplarının, tümcelerin yüklendiği anlamları sezebilme becerisi kazandırmada, hayati bir önem taşıdığını anlatmıştım.
Bu dersi yıllarca uygulayan biri olarak, herkesin bunun farkına varmasını istemiştim.
Derslerimizde, öğrenci için çok önemli bir yeri olan “dinleme” eğitimini de verirdik.
Hangi dersin hangi konusu olursa olsun, anlayabilmek sonra da öğrenebilmek için “dinlemek” eylemini yerinde, doğru yapabilmenin yöntemlerini anlatırdık.
Müfredatın 2. bölümünde yer alan “Dinleme ve Konuşma” kısmındaki konular:
Duyma ve dinleme arasındaki fark
Birikim kazanmada dinlemenin yeri
Dinleme çeşitleri
İstekli, isteksiz dinleme
Amaçlı, amaçsız dinleme
Disiplinli, disiplinsiz dinleme
Dinlerken not alma
Ana fikri kavramaya çalışma
Dinleyenin dikkatini devamlı canlı tutması…
***
Bunlar, ilk konulardan sadece birkaç tanesi…
9. sınıftan başlayarak 11. sınıfa kadar “dinleme” eğitimini verir,
Sınıf içinde bolca uygulama yapardık.
Her zaman söylediğim gibi “Siz, dünyanın en iyi programını da getirseniz, yasalarını da çıkarsanız, insanlar onun hakkını vermezse, uygulayıcılar gerekenleri yerine getirmezse, amaca ulaşılamaz.
Kompozisyona dönersek, öğrenci de benimsemediği için yararlanamaz.”
Gündelik konuşmalarımızda bile, iletişimdeki en önemli kişidir “dinleyen”.
İletişimin başarıya ulaşmasında en büyük payın konuşana ait olduğu sanısı bir yanılgıdır. Oysa bu başarı, konuşanla dinleyen arasındaki ortaklaşa bir temele dayanır.
İletişim, her zaman konuşanla dinleyen arasında bilgi, beceri, tutum, davranış yönünden bir etkileşimi gerektirir.
Hal böyle olunca çocuğun, gencin anne ve babasıyla, kardeşleriyle, öğretmeniyle iletişiminde isteklerini, kendini sözlü anlatabilmesi için “konuşması” ne kadar önemliyse,
Karşısındakilerin anlattıklarını kavraması, anlaması için “dinlemesi” de o kadar hatta daha bile fazla önemlidir.
Sınıfta başarılı olabilmesinin temeli, öğretmenini dinlemek olduğunun farkına varabilen insan,
Toplumda da birbirini dinlemenin hem kendisi hem de karşısındaki için önemini anlamada zorluk yaşamaz.
Böylece okul bizi hayata hazırlayan yer olma işlevini de görmüş olur.
Bugün pek çok kişisel gelişim seminerlerinde iletişimi güçlendirmek için “dinleme eğitimi” verilmektedir.
Bir anlamda “kompozisyon”un temel konusu anlatılıyor.
Son düzenlemeler sonucunda, okullarda yaratılan boşluk, bu şekilde doldurulmaya çalışılıyor.
Kompozisyon dersini anlamak için anlatmaya devam edeceğim…

Öğretmenim, bana sevmeyi öğret...


Öğretmenim, bana sevmeyi öğret…


21 Kasım 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Öğretmenim, bana sevmeyi öğret… “Okula geldiğimde, beni sevdiğini bilmek istiyorum;
Sevilmezsem nasıl öğrenirim sevmeyi?...
Okulumu, sınıfımı, ödev yapmayı sevmeyi öğret bana,
Sevgi görürsem senden, seni sevmeyi de bilirim öğretmenim!....
Birine, bir şeye gönülden bağlanmaksa eğer “sevmek”,
Bu bağı nasıl kuracağımı öğrendiğim zaman, ailemi, arkadaşlarımı,
Yurdumun insanlarını da sevmeyi öğrenirim;
Yerini, şartlarını uygun bulmaksa eğer “sevmek”, dünyayı, yurdumu, şehrimi, mahallemi, okulumu, evimi sevmeyi;
Doğayı, hayvanları, ağaçları, çiçekleri sevmeyi de öğrenirim...
İlk öğrendiğim duygu olmalı “sevgi”.
İnsanları seversem, kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın kopmaz bağım…
“Çok hoşlanmaksa” sevmek, derslerimden de hoşlanmamı sağla,
Sağla ki sınıfta anlattıklarını öğreneyim, iyi notlar alıp, başarılı olayım…
Okullarımızda eğitim verirken ihmal ettiğimiz bir konudur bu.”
Diye yazmışım bir zamanlar, plan defterimin bir köşesine.
Sınıflarda birbirlerine acımasız şakalar yapan, sözler söyleyen öğrencilerim,
Başarılı çalışmalar yapan arkadaşlarına karşı nasıl davrandıklarını gördüğüm öğretmenlerin etkisiyle ortaya çıkmış galiba bu sözler, kalemimin ucundan…
Çocuklar, başlarında kavak yelleri esmeye başladığında acı çekerler…
Sevdiğini, çoğu zaman da sevildiğini zannettikleri için.
Bazen yanlış insanlarla birlikte olmayı seçtiklerinden, yaşamın içinde kaybolup giderler…
Çocuk; okulunu, sınıfını, arkadaşlarını sevmeyi gerçekten biliyor mu?
Toplum olarak, birey olarak birbirimizi sevmeyi, birinin çektiği acıyı, hüznü içimizde hissetmeyi biliyor muyuz?...
Gerçek sevginin fedakarlık olduğunu, karşılık beklememek ve sabır olduğunu otuzlu, kırklı yaşlara gelmeden öğrenmenin bir yolu olmalı.
Bunun en erken öğrenilebileceği yer okuldur.
Biz öğretmenler, okullarımızda öğrencilerimize “sevmeyi” öğretirsek hayatın her alanında duyarlı insanları da yetiştirmiş oluruz.
En azından, trafik kurallarına uymamayı akıllılık zanneden insanlar olmaz.
Küçük yaşlardan itibaren sevmeyi öğrenen çocuk, sevildiğini de bilir.
Kendisine sevgiyle yaklaşanların kıymetini de…
Dünyası, ülkesi, şehri, mahallesi, ailesi, en başta kendisiyle barışık olur…
Ailede yeşeren sevginin kök saldığı yer, okuldur.
“…kendimi bildiğim an sevmeyi öğrendim
ve bir daha hiç unutmadım”

“her günümün son gün olduğunu öğrendim
dedim ya sevmeyi hiç unutmadım
illa da aileyi, sevgiliyi sevmek değil
mesela bir yağmur damlasını da sevebilmek gibi”
Özdemir Asaf

15 Kasım 2011 Salı

Altın yastığı

Torunumun doğumunda kullanmak için ellerimle diktiğim, tasarladığım altın yastığını sizlerle paylaşmak istedim.Hazırlarken o kadar çok keyif aldım ki...

Kompozisyon ve yaşam...


Kompozisyon ve yaşam…

 

14 Kasım 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Kompozisyon ve yaşam… Birkaç hafta önce kompozisyon yazmanın önemine değinmiştim, bununla ilgili o kadar güzel sözler duydum ki…
Aslında herkes aynı şeyi soruyormuş kendine “Evet ya, bu ders niçin kalktı?”
“Öğretmenlerin yanlış tutumlarının öğrencilerde oluşturduğu bıkkınlığa” değinmiştim o yazımda.
Bana pek çok geri bildirim geldi.
Her zaman bana ilham veren, sevgili dostum, değerli büyüğümden de geldi.
Kendisine özellikle teşekkür ederim katkılarından ve güzel sözlerinden dolayı.
Çok ilginç bir saptamada bulunmuş.
Düşüncelerini biraz komik, biraz küfürlü yorumlarla dile getirilen “sözlüklerden” birinde rastlamış.
“Öğrencilerin bir yazı türü olarak tanıdığını, ortaokuldaki Türkçe öğretmeninin bu kavramın içeriğini veremediğini, lise sınıflarında kemikleşen bu bilginin düzeltilemediğini” söylüyor.
O kadar haklı ki…
İlkokuldan ortaokula gelen çocukta, belki bu kavram yerine oturmamış olabilir!!!
Sınavın %30 ya da %40’lık bölümünü oluşturan bir konu nasıl olur da ortaokulda öğrencinin kafasında hala bir “yazı türü olarak “kalır, gerçekten anlamak zor.
Hadi orada bunun öğretmen farkına vardıramadı,diyelim.
Hoş, böyle bir umursamazlığın mazereti olmaz ama neyse…
9.sınıfta edebiyat öğretmeni hiçbir şeyi öğretmese bile en azından bunun bir “yazı türü” olmadığını herkesin kafasında yer edinceye kadar bıkmadan, usanmadan anlatması gerekmez mi?...
Üzerine yazı türlerini anlatmak, o türlerin özelliklerini de kavratmak zorunda çünkü. Dershanenin işi değil ki bilgileri kavratmak, zihinlerine yerleştirmek…
Bunun yeri, okuldaki sınıftır.
Kompozisyonun ne demek olduğunu anlatırken, kıyafetlerinin, sınıfın, okulun, evde yerleştirdiğimiz mobilyaların düzenini düşünmelerini sonra da anlatmalarını, söylerdim.
Buralardaki uyumsuzlukların verdiği rahatsızlıkla, düşüncelerimizi anlatırken oluşan uyumsuzlukların yarattığı rahatsızlığın aynı olduğunu, aslında “uyum” olduğunun farkına vardırırdım.
Gözümüze hoş gelmeyen, bizde estetik bir zevk oluşturmayan her alanın kompozisyonda başarısız olduğuna değinir; yaşamın içinden, doğadan örneklerle öğrencilerin çevrelerine farklı bakmaya başlamalarını sağlardım.
Benim gibi pek çok arkadaşımın bu konuyu, ilk dersten itibaren böyle anlatmaya başladığından eminim.
Öğretmenlerin yeterli anlatmamalarından, kavratmamalarından, yanlış tutumlarından kaynaklandığını üzerine basa basa yineleyen arkadaşımı asıl üzen, yine o sözlüklerde rastladığı bir cümle olmuş.
“Yazmaktan korkan, kaleme asla dokunmayan, kompozisyon denen şeyden iğrenen nesiller yetişiyor..”
Gerçekten ürkütücü.
Bana göre, bu ders, haftada bir saat da olsa tekrar konmalı, öğrencilere sevdirilmeli…
Zaten yeni kuşaklar okumaktan uzaklar; bir de kendini, duygularını, düşüncelerini ifade edecek yazmaktan uzak olmasınlar… 

7 Kasım 2011 Pazartesi

Mustafa Kemal Atatürk'e saygı...


Mustafa Kemal Atatürk'e saygı…

 

07 Kasım 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Mustafa Kemal Atatürk Birini anlayabilmek, önce onu tanımakla sağlanır.
Bu tanıma, ille de kendisiyle yüz yüze konuşmak değildir.
Tanımanın pek çok yolları vardır.
Yazılarından, yaptığı işlerden, kendi gözlemlerimizden,…
Bunlar, en sağlıklı olanlarıdır.
Tanımadığımız, tanımak istemediğimiz insanlarla ilgili önyargılı, kulaktan dolma, çoğu zaman da günün modası haline gelmiş bakış açılarıyla değerlendirmek hayatta yapılacak en büyük hatadır.
Sıradan insanlar için bu kadar yanlış olan bu yaklaşım, bulunduğu coğrafyada ülkemize yöneticileriyle birlikte saygınlık kazandıran, onları lider konumuna getiren, temelleri demokrasiyle atılmış bir cumhuriyeti bize emanet eden Atatürk'ü, onun nezdinde  tüm şehitlerimizi, devlet adamlarımızı da anlamanın ve onlara saygılı olmanın ne kadar önemli olduğunu görmemek imkansız.
"Saygı, kişinin var oluşunu ve o var oluşun sınırlarını koşulsuz kabul ederek ilişki kurmak ve bu ilişkiyi devam ettirmeyi isteme duygusudur."
"Sevgi, seven ve sevilen arasına özel bir duyguyu, niyeti ifade eder. Seven kişi, sevdiğinin olabileceğinin en iyisi olarak gelişebilmesi ve böylece potansiyelini gerçekleştirerek mutlu olabilmesi için eylem içindedir. Bunun karşılığında hiç bir şey beklemez. Sevdiğinin mutlu olması, seveni mutlu eder." diyor Doğan Cüceloğlu bir yazısında.
İnsanın insana saygısı, bir toplumun huzuru, gelişmişliği, geleceğinin teminatı için çok önemli bir durumdur.
Hal böyleyken,  ülkesindeki insanların büyük bir çoğunluğu tarafından hem sevilen hem saygı duyulan bir insanla ilgili görüşlerimizi,  düşüncelerimizi açıklarken dikkatli olmak, yürekleri yaralamama "saygısı"nı da gösterilmelidir.
Bu özeni göstermeyen, "eleştiriyorum", "düşünce özgürlüğümü kullanıyorum" adı altında dünyadaki örnekleriyle kıyaslamadan, son günlerin modasına uyup Atatürk'e neredeyse hakaret eden "aydınların", kendileri gibi düşünmeyen toplum kesimlerine de saygısı yoktur, diyebiliriz.
Zira saygı; "ilişki kurmak, bu ilişkiyi devam ettirmeyi isteme duygusu" ise bu modanın öncüleri, toplumun bu kesimiyle böyle bir ilişki içinde olmayı reddediyor; diyalog, ilişki içinde olmak istemiyorlar, demektir.
Düşüncedeki saygı eksikliği, davranışlara dönüşmesin aman!
Bu tür tutumların bizi nereye götüreceği de artık saklı, gizli değil.
Acaba hedeflenen son nokta "o götürülmek istenen yer" mi?
Her gününüz bayram sevinci ve coşkusuyla geçsin, saygı ve sevgi yaşamınızı doldursun, Kurban Bayramınız kutlu olsun…
        

27 Ekim 2011 Perşembe

Bebek sepeti...

Bir süre sonra Allah nasip ederse "babanne" olacağım.Bebeğim için hazırlık yaparken bu sepeti yaptım. Diğer yaptıklarımı da ilerleyen günlerde yayımlayacağım.

Kompozisyon dersinin yararları


Kompozisyon dersinin yararları



24 Ekim 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Kompozisyon dersinin yararları “Elimden geldiği kadar karanlık bir odada ışık yakabilirim.”
“Yüzlerinizi kalbime yazdım çocuklar…”
“Bu çocuklardan sorumlu olmayı ben istemedim.”
“Sorumlulukla ödüllendirildin, sevgili kızım.”
Bu konuşmalar, öğretmen kızıyla babası arasında;
“Hayal ettiğin yerdesin.”
“Ama bu harika bir hayal!”
Bunlar da öğretmenin mimar eşiyle arasında geçiyor.
Büyük bir heyecan ve mutlulukla başladığı görevinde, aklından bile geçirmediği değişik yaşam koşullarından gelen öğrencilerle dolu bir sınıfta, onların yaşamına okulu, okumayı, öğrenmeyi getiren idealist bir öğretmeni anlatan “Özgürlük Yazarları” filmi, Öğretmen Erin’in gerçek yaşam öyküsüdür.
Bu öğretmen, "Öğrencilerime faydalı olmayı nasıl başarırım?" derken, onların kendilerini anlatmalarını sağlayan yazılar yazdırmaya başladı ve “olmaz” denileni başardı.
Meslektaşlarının, yöneticilerinin tüm engellemelerine karşın kendine ve öğrencilerine olan inancı onu sonuca götürdü, mutlu evliliğinin bitmesi pahasına…
Ortaöğretimin ikinci kademesi olan 9. sınıflardan itibaren edebiyat derslerinin yanında bir de kompozisyon dersi vardı.
Edebiyat dersinde; yılların süzgecinden geçmiş, değeri tartışmasız herkes tarafından kabul görmüş örnekleri tanır, yazarın kendini ifade ediş biçimini irdeler; bunları rehber alarak kendilerini anlamayı ve anlatmayı öğrenirdi çocuklar, kompozisyon dersinde.
Sınav kağıdını yüz puan üzerinden değerlendirirken, öğrencinin fikirlerine katılmasak da genel yazı yazma kurallarına uygunluğuna bakardık.
Cümlelerdeki anlatımın sadeliği, açıklığı; cümlelerin akıcılığı, sürükleyiciliği, özgünlüğü, sözcüklerin yanlış anlaşılmalara neden olmayacak şekilde dizilişi, anlatım bozukluğu;
Fikirlerin sağlamlığı, inandırıcılığı, kanıt göstermedeki tutarlılığı… gibi pek çok yönüyle ele alır değerlendirirdik.
Teknik olarak verdiğimiz bu bilgilerin ne kadarını doğru kullanabildiğine bakarken, kendini anlatan genci daha yakından tanır, onun dünyasını anlamaya çalışırdık.
Bundandır ki biz edebiyat öğretmenleri çocukların dünyasına girebilmeyi başarırdık.
Belki herkes bu yetkinlikte değildi ama en azından kendimi ve birlikte çalıştığım pek çok arkadaşımı biliyorum.
Bazen annesiyle, babasıyla ilgili sıkıntılarını, çoğu zaman da okulla, arkadaşlarıyla, öğretmenleriyle, özel yaşamındaki çevresinden kaynaklanan sıkıntılarını gidermesinde yardımcı olurduk.
Kendi özel yaşamımızdaki sıkıntılarımızı aklımıza bile getirmemeye çalışarak…
“Bu sadece iş.” demez; bilgileri, yaşamlarında kullanmalarını nasıl sağlayayım, diye uğraşırdık.
Ders yılının sonunda öğrencilerimizden “Bu sınıf, kendimiz olabildiğimiz, huzur bulduğumuz tek yer” sözlerini duymasak da onlardaki gelişmeyi, yazmadaki ilerlemelerini görür mutlu olurduk.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Okul zorbalığının sebebi de "şiddet"


Okul zorbalığının sebebi de “şiddet”


17 Ekim 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Okul zorbalığının sebebi de “şiddet” Okulu, insanı yaşama hazırlık dönemindeki yer olarak tanımlarız.
Öğrencinin okuldaki davranışları eğer fark edilmez, fark edildiği halde üzerine yeterince gidilmezse öğrenci, bu davranışlarını eve, sokağa, daha sonraki dönemlerde de kendi kurduğu aile yaşamına taşır.
O ailede yetişen çocuklar da yine aynı kısır döngüyü yaşatır.
Biz, okulda bu tip öğrencilerin “eğitimini” sağlamazsak bugün toplumda yaşanan her türlü şiddetten sorumluyuz demektir.
Psikolojik danışmanların görüşleriyle örtüşen, benim uzun yıllar boyunca deneyimlerim sonucunda çıkardığım sebeplere bakmak istiyorum.
l Bireysel nedenler,
l Ailesel nedenler,
l Okula ait nedenler.
Bireysel nedenler; çocuğun kendi yapısal özelliğinden gelen saldırgan kişiliğe sahip olması.
Bu tip öğrenciler, arkadaşlarına karşı kaba kuvvet kullanmaktan çekinmez.
Diğerleri üzerinde güçlü ve baskın olma ihtiyacı ön plandadır.
Hatta kendinden büyüklere de aynı tutumu sergilemekte bir sakınca görmezler.
Bu davranışlarını haklı gösterecek pek çok nedenleri vardır kendilerince.
Sınıfta hep ilgi odağı olmak, öğretmeni “mat etmek” gibi bitmeyen bir zevkleri vardır.
Kendilerine yeterli ilgi göstermeyen öğretmenler de hedefleridir.
Benim derslerimde bu tür davranış sergilememeleri, benim bunu dile getirmem diğer öğretmenlerin yadırgamasına neden olmuştur her zaman.
Ailesel nedenler; bana göre en önemli sebepler burada başlıyor. Özellikle çocuğu yetiştiren annenin, çocuğunun ilk yıllarında ona yönelik yetersiz sevgi ve ilgiyle birlikte olumsuz tutumlar sergilemesi,
İleriki yıllarda diğer insanlara karşı saldırgan ve acımasız olma riskini artırıyor.
Çocuğun okuldaki, arkadaş çevresindeki saldırgan davranışlarının, anne ya da baba tarafından desteklenmesi.
Hatta bunun ailede, “ezilmeme” gibi algılanıp destekleyici tavır sergilenmesi.
Bir sınırlama görmemesi çocuğun bu anlamdaki özgürlük alanı genişletiyor.
En önemlisi de ailenin çocuğu yetiştirirken ona güç kullanması, şiddet uygulaması çocuğun saldırgan davranışlarını artırıyor.
Bu noktada “Ailenin böyle bir tutumunda biz okul olarak ne yapabiliriz ki?” sorusu geliyor her zaman.
Ben de yine, okul sadece öğrenci için değildir,
Psikolojik danışmanlarıyla, öğretmeniyle aileyi de eğitmesi gereken yerdir, diyorum.
Okula ait nedenler; müdür, müdür yardımcıları ve öğretmenlerin yetersiz denetimleri nedeniyle okullarda zorbalık eğilimi artmaktadır. Okulun sosyal ortamının, genel havasının bütün öğrencilere karşı sıcak ve kucaklayıcı olmaması da şiddet eylemlerini artırıyor.

6 Ekim 2011 Perşembe

Kağıttan güller


İnternetten bulduğum bu güzel çiçekleri de sizlerle paylaşmak istedim.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Okul istiyoruz...


Okul istiyoruz…


26 Eylül 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Okul istiyoruz… Türkiye’nin dördüncü büyük şehri olarak nitelendirilen Bursa’nın bir mahallesinde veliler, öğrenciler geçtiğimiz günlerde “okul istiyoruz” talebinde bulundu.
Kimileri için halkın isteği farklı anlamlar içerebilir ya da kimileri için bunun hiçbir anlamı olmayabilir.
Ben bu olayı önemsedim.
Eylemin çıkış noktasının “okul istiyoruz” olması birinci neden,
Ortadoğu’nun liderliğine soyunmuş bir ülkenin, kalkınma ve istihdam yaratmada Türkiye’nin ekonomideki lokomotifi olarak gösterilen bir şehrinde yaşanıyor olması da ikinci neden,
Bu olay, yetkililerin duymasını sağladı mı, taleplerin karşılığı olur mu bilmiyorum.
Bildiğim bir şey var ki Bursa’nın mahallelerinde durum bu ise Anadolu’nun diğer illerindeki “okul isteriz” istekleri ne kadardır?
Sesini duyamadığımız, gidip göremediğimiz illerimizdeki, ilçelerimizdeki, köylerimizdeki velilerin, öğrencilerin eğitim, öğretim gereksinmeleri ne durumda, diye sormaktan da kendimi alamıyorum.
Niçin okul istiyoruz?
Dünya üzerinde gelişmiş ya da gelişmesini sürdüren ülkelerde en temel hak olarak bilinen eğitim- öğretim hakkı, yurdumun insanının da en temel hakkıdır.
Artan nüfus ve taleple birlikte yeni okulların açılması, öğrencilerimizin en sağlıklı, en güvenli ortamlarda eğitim almalarını sağlamak da devletin en temel görevidir.
Nüfusun yoğun olduğu büyük illere ve ilimize baktığımız zaman, çocuklarımızın taşımalı eğitimle sürdürmeye çalıştıklarını görüyoruz.
Devlet okulu diye adlandırılan okullarımızın büyük bir çoğunluğunda ikili eğitim verildiğini ya da tam gün olarak başlayan okulların da hemen ikili eğitime geçtiğini görüyoruz.
Bu öğretim yılında kaç tane devlet ilköğretim okulunun ikili öğretime geçtiğini bilen var mı?
Demek ki buradan şunu anlıyoruz: Eski yerleşim yerlerindeki okullar yeterli görülmüş, buralara yeni okul binası alanı açma gereksinimi duyulmamış.
Okul yönetimleri de çareyi ikili öğretime geçmekte bulmuş.
Yeni yerleşim yerlerine belediyeler, şehir plancıları yeterince okul alanı açmamış.
Kaçak yerleşim söz konusu ise yine belediyeler bu yapılaşmaların önlemini almamış.
Okula giden çocuklarımızın can güvenliğine gereken önem verilmemiş.
Eğitim öğretim sorunu demek; okul sorunu, şehirleşme sorunu, yetkili makamların hizmet anlayışı sorunu hatta ülke sorunu demek olduğunu anlamanın zamanı çoktan geldiği için,
Eğitimli insanın ülke kalkınmasındaki yerini ve önemini kavramamız gerektiği için okul istiyoruz.

19 Eylül 2011 Pazartesi

2011-2012 öğretim yılına başlarken...



2011- 2012 öğretim yılına başlarken…


19 Eylül 2011 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr


2011- 2012 öğretim yılına başlarken… Sevgili öğrenciler, yapmak istediklerinizi gönlünüzce yapabildiğinizi, mutlu bir yaz tatili geçirdiğinizi umuyorum.
Yeni öğretim yılınızın sağlıklı ve başarılı geçmesini dilerim.
Tatilde iyice dinlenmiş, kafanızı boşaltmış, enerji depolamış, yepyeni kararlar almış bir şekilde okula başladığınızı düşünüyorum.
Tatile bu şekilde bir yaklaşımın derslerdeki başarınızı artıracağını, bunun da size özgüven kazandıracağı da bir gerçek.
Şimdi artık daha kararlı, istikrarlı, ne yapmak istediğini bilen bir yaş daha büyümüş, olgunlaşmış durumdasınız.
Annenizin, babanızın “erken yat”, “televizyon izleme”, “ödevlerini yap”… gibi pek çok uyarısını, önermesini onların söylemesine bile gerek kalmadan kendinize siz söyleyecek böylece sorumluluklarınızın da artık farkına vardığınızı herkese göstereceksiniz.
Erken uyuyabilme
İlk hafta kendinizle en çok uğraşacağınız konu, akşam erken uyuma olacak. Birkaç aydır istediğiniz saatte yatıp istediğiniz saatte kalkmaya alıştığınız için belki birkaç gün zorluk yaşayacaksınız.
Bugün sabah erken kalkınca istemeseniz de akşam hemen uyuyabileceksiniz.
Bu konuda size yardımcı olacak içeceklerden de yararlanabilirsiniz.
Bir fincan ballı ılık süt her zaman işe yaramıştır.
Sevgili veliler,
Sizin için bir anlamda tatil yeni başlıyor!!
Şaka bir tarafa, çocuklarınızla birlikte geçirdiğiniz güzel yaz günlerinin ardından siz de koşuşturmalara başlayacaksınız.
Zaten son haftalarınız yeni okul kıyafetleri, çantaları, defter, kalem alışverişiyle geçti.
Bu ilk günlerde siz de aynı konuda, farklı açıdan zorluklar yaşacaksınız.
Uyarılarınızı çocuğunuzun aksini yapma isteğini kamçılayan tarzda olmamasına dikkat etmelisiniz
Geçen yılda yaşadıklarınızı anımsayıp çocuğunuzu tanımaya çalışın.
Ona teşvik edici sözlerle yaklaşın.
Onu anlamaya çalışın.
İstek ve heves duymasını sağlayıcı sözlerle destek olun.
Akşam uykusunu kaçıracak besinlerden uzak tutmaya çalışın.
Zıtlaşarak istediğinizi yaptırmaya çalışmayın.
Ona mümkün olduğu kadar mantığını anlatın.
Her zamanki gibi sevginizi göstermekten kaçınmayın.
Zaman zaman kızsanız bile kendinizi tutun, derin nefes alın, sabırlı olun.
Çocuk yetiştirmenin ömür boyu sabretmek olduğunu unutmayın,
Yaşamın kendisi sabırdan ibaret değil mi zaten…
Sizin de yeni öğretim yılınız hayırlı olsun…

10 Eylül 2011 Cumartesi

Bursaspor'a gönülden tebrikler


Bursaspor’a gönülden tebrikler


24 Mayıs 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Bursaspor’a gönülden tebrikler Taraftarlarının koşulsuz desteği, oyuncularının bu desteğe layık olma çabaları, teknik direktörün kararlı, bilinçli eğitimi, yöneticilerin oyunculara ve teknik kadroya güveni bir araya gelince ortaya herkesi mutlu eden bir tarih, bir destan çıkmış oldu.
Rengini Uludağ’ın yeşilinden, karının beyazından alan bu takım, şehrinin insanlarına bayram coşkusunu, sevincini yaşatmayı başardı.
Artık bundan böyle “beş büyüklerin” arasında anılacak olan Bursaspor, bir başarı örneğidir.
Tıpkı yılmadan, azimle, zorluklara göğüs geren hatta en büyük zevklerinden, eğlencelerinden fedakarlık eden bir öğrencinin istediği üniversitenin, istediği fakültesine gitme başarısına ulaşması gibi…
Sevincini büyük bir olgunlukla, taşkınlıklara meydan vermeden yaşayan Bursalılar, yenilgilerinde de aynı olgunluk ve anlayışla, hatalarından dersler çıkararak yaşayacaklardı kuşkusuz.
Zira, bu tür karşılaşmaların milyon dolarlık da olsa sonuçta bir oyun olduğunu, yenmek kadar yenilmenin de doğal olduğunu, böyle bir karşılaşmanın içinde bulunmanın bile bir gurur olduğunun farkında olarak takım tutmak, tuttuğu takımı desteklemektir, esas olan.
İkinci de olsa şampiyonmuşçasına hazırlık yapan bir takımın, bu bilinçte taraftarının olmasından daha doğal ne olabilir ki….
Takımına, şehrine sahip çıkmak demek ona zarar verecek davranışlardan da uzak olmak,
Yenilse de her yeri yakıp yıkmamak;
Kavga, gürültü yaratmamak,
Şehirlilik bilincini kazanmış bireyler demektir.
Bu davranış tarzı, o şehrin ya da taraftarın eğitim kalitesinin ve düzeyinin göstergesidir.
Görülüyor ki centilmen sporcu, taraftar bilinci, eğitimi, şehrimizin okullarında, her kademedeki çocuklarımıza, gençlerimize veriliyor…
Bu güzel olayın, bu başarının, bu şampiyonluğun kalıcı olabilmesi için belki Bursaspor yöneticileri, Büyükşehir Belediye’si, Valilik işbirliğiyle “Spor Lisesi” ya da “Futbol Lisesi”… gibi eğitim kurumları açılarak, sporcusunun, spora ilgi duyan taraftarının, gençlerimizin eğitilip öğretim görecekleri olanaklar yaratılabilir.
Kredili sistemin liselerde uygulandığı dönemlerde, çalıştığım okulda, Türkçe-Matematik, Fen-Matematik,Türkçe-Sosyal gibi alanların yanında “Spor” alanları da vardı.
Kendine özgü ders dağılımı olan, müfredatı olan bir alandı.
Öğrenci mecbur kaldığı için değil; ilgisi, yeteneği olduğu için bu bölümü seçiyordu.
Bir öğrencim” Hocam, profesyonel sporcu olamam belki ama bilinçli, eğitimli bir sporsever olurum” demişti.
Katılmamak mümkün mü?
Şimdi, fırsatlardan yeni ufuklar yaratma zamanı…

Gençlerin ödevleri


Gençlerin ödevleri


17 Mayıs 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Gençlerin ödevleri Bu ülke, isimsiz kahramanlarımız tarafında size emanet edildi sevgili gençler!.
Sizler, bu emaneti ne kadar koruyabilirsiniz, bu ülkeye olan borcunuzu ne kadar ödeyebilirsiniz, görevinizi ne kadar yerine getirebilirsiniz, ödevinizin farkında ne kadar olabilirsiniz?… Bütün bunları görmek zor.
Çok net görebildiğim bir nokta var ki daha şimdiden öğretmenlerinizin verdiği ödevleri, annelerinize, babalarınıza, marangozlara, internet kafe işletmecilerine devrettiğinizdir.
Bursa hakimiyet’in İHA kaynaklı 9.5.2010 tarihli haberinde; bir velinin yeni müfredatta yer alan performans ödevlerinden haklı olarak şikayet ederken, internet kafe işletmecisinin araştırmayı yapıp kes yapıştırlarla nasıl proje hazırladığını, bir ustanın yapabileceği, profesyonel araçlara gereksinim duyulacak nitelikte ödevler verilmesine ilişkin çok acı bir duruma değinilmiş.
Bu haberin içeriğini iki bölümde ele almak gerekirse, birincisi, kendisi araştırma yapamayacak kadar "yoğun" olan çocuğun bu görevi veliye vermesi, velinin de bunu işletmeciye devretmesi.
İkincisi, ödevin araç, gereç ve beceri açısından bırakın çocuğu, veliyi de aşması, velinin de bunu marangoza devretmesi.
Buradaki kişilerin tutumları çeşitli yönlerden eleştirilebilir; ama asıl eleştirilmesi gereken o ödevlerin yapılması için çocuğun seviyesine, becerisine, zamanına, araç ve gereç özelliklerine dikkat etmeden çocuğa veren öğretmendir.
19.01.2009 tarihli yazımda, öğretmen tarafından verilen ödevin nasıl olması gerektiğine şöyle değinmiştim: "Çocukları yaratıcılığa götürmeyen, onları otomatikleştiren bir çalışmanın ödev değeri yoktur. Örneğin "…. Bir yazıyı veya resmi ya da bir haritayı kopya ettirmek ev ödevi olamaz. Ev ödevinde bir gözlem, inceleme, araştırma, ölçme… gibi "çözümleme" sonra da bunlardan anlamlı sonuçlar çıkarma, öğrencinin seviyesine göre olumlu bir eser ortaya çıkarma, gibi "sentez" yapmak esastır. Ev ödevi olarak çeşitli ders kitapları, romanlar, öyküler, şiirler, gazeteler … okunabilir, bunlar çocukların yaşamında heyecanın oluşmasını ve öğrenmenin zevkli yanının ortaya çıkmasını sağlar. Bunlardan elde ettikleri bilgilerle yeni açılımlar kazanabilirler, bunları da birbirlerine anlatarak başkalarının da yaşantılarının zenginleşmesine yardım edebilirler. Ders kitaplarındaki soruları yanıtlamanın dışına çıkamayıp çocukları az önce sözünü ettiğim etkinliklere götüremeyen öğretmen arkadaşlarımızın ödev verirken dikkate alması gereken bir konudur bu."
İster günlük çalışmayı içeren bir ödev olsun, ister yıllık çalışmayı gerektiren "proje" ya da "performans" denilen bir ödev olsun hepsi evde yapılan ödevlerdir.
Öğretmen, yukarıda sözü edilen "ödev niteliklerine" uymak zorundadır.
"Ödev vermekle" ilgili olarak kendini yetiştirmek, donanımını artırmak zorundadır.
Müfredat, öğretmene pek çok proje sunabilir, bunun hepsini her hafta, her ay, yaptırmak gibi zorunluluğu yoktur. Her ilin, okulun, sınıfın, öğrencinin koşullarına uygun olanları seçip öğrenciye vermektir esas olan.
Başkasının yaptığı bir ödevin, çocuğun yaşantısına katacağı zenginlik, gelişim ne olabilir? Olsa olsa kazandığı "zayıf almamak için ödevini, projesini başkasına yaptırmak, kendi yapmış gibi sınıfa getirmek, bundan utanç duymamak, herkes aynı durumda olduğu için ona normal bir davranışmış gibi gelmesi, sorumluluk duygusunu geliştirmemek… gibi" çok yanlış davranışlar olabilir.
Öğrenciye hiçbir şey kazandırmayan, hatta "kötü" diyebileceğimiz davranışlar kazandıran, çocuğun yapamayacağını, seviyesini bilen bir öğretmen, bu tarz ödevleri niye verir? Bilmiyorsa o zaten suç değil midir?
Sene sonundaki sergide, şenliklerde idareye, patronlara karşı "Bakın en çok ben çalıştım!" mesajını mı verecek?
Böyle bir bakış, bir öğretmene yakışır mı? Yanlışların öğrenildiği, uygulandığı yerin "okul" olması çok acı bir durumdur.
Pek çok eleştirilecek yönü olsa da müfredatın çıkış noktası, veli ve çocuğun birlikte zaman geçirmelerini sağlamak, veliyi okul çalışmalarının içine çekmek, okulla yakınlaştırmak… gibi iyi, Avrupai niyetler taşıyabilir.
Ne var ki müfredatın, sınıf programları, mevcutları, okulların şartları, öğretmen kalitesi, öğrenci profili, gibi ülkesel özelliklerinin dikkate alınmaması, ülkesinin bu gerçeklerinden uzak kişilerce hazırlanmış olması, uygulamada, gerçek yaşamda haklı olarak gazetelere haber olabilir.
Ne olur, kişisel çıkarlarımızdan sıyrılalım, bu ülkeye yakışacak erdemli, iyi ahlaklı gençler yetiştirelim.
Yoksa bugün performans, proje, ev ödevini başkasına yaptırmayı öğrenen çocuklarımız, gençlerimiz; yarın ülkemizle ilgili ödevlerini kimlere devrederler dersiniz?….
19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun……

Okula giderken ne giyeyim?


Okula giderken ne giyeyim ?


10 Mayıs 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Okula giderken ne giyeyim ? Çalışma hayatının belki en zevkli bir o kadar da en zorudur bu sorunun yanıtını bulmak.
Kendine, çevresine, işine önem veren insan, evden çıkarken gideceği yere uygun giysiyi özenle seçer, seçmelidir de.
Bu özeni, düşünme süresi olarak, harcadığı para olarak abartmamak; bu özelliğini bir üstünlükmüş gibi göstermemek koşuluyla…
“Ne giyeyim?” derdine ilkokuldan itibaren düşmek insanı ne kadar yorar bilemiyorum…
Giyim uzmanlarının söylediği gibi yerine göre giyinme bilinç, ilgi, biraz da para ister.
Elbette bu bilinç, okullarda alınan eğitimle başlar, yaşla gelişir; kişilerin karakter özelliklerine, ekonomik ve sosyal yapısına, yaptığı işe göre şekillenir.
Yetişkinlerde bile bulunduğu mekana, ortama, günün saatine uymayan; belki bırakın bu alanda uzman birinin sıradan insanın bile gözüne hoş gelmeyen giyimli pek çok insana rastlayabiliyoruz.
Moda dünyasının, mağazaların kendilerine sunduğu kıyafetleri, sadece “modaya uymak” adına, sorgulamamak yanlış bir tutum.
Herkesin kendi maddi gücünün yettiği yerlerden giyinmesi doğal; ama bu yanlışı yapmamak koşuluyla.
Kendine yakışanı, vücut tipine uygun olanı seçmenin önemini, dünyada da söz sahibi olmaya başlayan modacılarımız sıklıkla dile getiriyorlar…
İlle de marka olmasının, çok pahalı olmasının gerekmediğini de söylüyorlar.
Günümüzde giyinmenin kendi anlamından uzaklaştığını, siyasette de önemli bir yer oluşturduğunu biliyoruz.
Şimdi durum bu kadar önemliyken, yetişkinlerin bile içinden çıkmakta zorluk yaşadığı bu konunun ilkokul, ortaokul ya da lise çağındaki çocuklarımızın, gençlerimizin arkadaşında görüp kendisinde de olmasını istediği herhangi bir kıyafet, aksesuar, ayakkabı…ile ilgili özentisini dile getirip getirmemesine göre ailelerin evde birbirleriyle ya da kendi iç dünyalarında yaşayacakları sorunları göz ardı etmek mümkün mü?
Arkadaşında gördüğü bir kıyafeti anlatırken gözlerinin içi gülen, sözleriyle olmasa bile gözündeki pırıltıdan, anlatış şeklinden adeta “Benim de böyle bir kıyafetim olsa” diyen çocuğunun kıskanmasa da imrendiğini gören annenin, babanın yaşadığı hüznün bu tarz sıkıntılar yaşamayan iyi gelirliler tarafından anlaşılması zordur.
Kıyafet serbest olduğu zaman, okullarda yaşanacak sorunları düşünmek bile istemiyorum.
Öğrencilerin giyimiyle ilgili sorunun çözümü hep öğretmendedir.
Bir taraftan öğretmen olarak sınıfta konuyu anlatmakla, öğretmekle uğraşırken okul idaresinin size yüklediği bir görevdir kıyafet denetimi.
Bazen ilk ders öğretmeninin, bazen de nöbetçi öğretmenin işidir.
Okul müdürü, müdür yardımcısı bir yaratıcılık yapıp “Ben ne yapmalıyım?” demez.
Sizi sıkıştırır, sizi öğrenciyle bu anlamda karşı karşıya bırakır.
Bu konuda yaşadıklarınızı, sorun ve çözüm önerilerinizle birlikte bana yazmanızı rica ediyorum.
Her zaman olduğu gibi olması gereken doğruları hep birlikte konuşmaya, paylaşmaya devam edelim…

YGS sınavı eğlencesi!!??


YGS sınavı eğlencesi

03 Mayıs 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr


YGS sınavının sonuçlarının açıklandığı günün sabah saatleri…
Haber kanallarının tümünde sınav haberleri neredeyse gündemin ilk maddesi.
Kısa sürede bulunan birinciler, ikinciler, üçüncüler ya sevinç görüntüleriyle ya da stüdyo konuğu olarak kanallarda yerlerini aldılar.
İlk bakışta “Ne var bunda, gayet doğal bir durum. Gençler, çalışmışlar, çabalamışlar derece yapmışlar, haber olmaya da hak kazanmışlar” denilebilir.
Ben de öyle söyledim, hatta birinciyi kutlayan dershane öğretmenlerinin görüntüleri beni çok duygulandırdı; sınavı kazanan öğrencilerimle yaşadığım sevinç dolu anlarımı anımsadım.
İlerleyen dakikalarda bu gençlerin halen bir üniversitede okumakta olduklarını, sadece geçen seneki derecelerini yukarılara çekmek için tekrar sınava girdiklerini ve özellikle de “eğlenmek için” sınava girdiklerini açıklamaya başlayana kadar…
O anda “neden?” sözcüğü kafamda uçuşmaya başladı. Neden böyle bir eğlenceye gereksinme duydular? Neden birinci olmak istiyorlar? Neden……
Derken CNN Türk’te üçüncü olan gencimiz, psikolog, bir de Sait Gürsoy’un bulunduğu program ilgimi çekti.
Beni çok üzen bir gerçeğin bir de bu programda artık dile getirilmiş olması, bu işin dedikodu olmadığının farkına varmam “Eğitim ve öğretimde son noktaya gelindiğinin” kanıtı oldu.
Bu noktaya ne zaman, nasıl geldiğimizi artık düşünmek istemiyorum.
Sait Gürsoy, çok haklı olarak, benim de kesinlikle katıldığım konuşmasında “ Dershanelerin bu birinciler ya da dereceye girenlerle kendi reklamlarını yaptıklarını, bunun puan olarak diğer öğrencilere haksızlık yarattığını ve bu durumun yıllardır yaşandığını “ söylerken bu yıl bir taraftan okul notlarıyla diğer taraftan sınava hazırlanmak zorunda olan ve onlara göre doğal olarak daha çok stres altında olan öğrenciler geldi gözümün önüne.
Zaten çok iyi üniversitelerin istedikleri bölümünde okuyan ve baskı altında olmayan bu gençlerin tekrar böyle bir sınava girmeleri kariyerlerine “dereceye girmiş olmak” lüksü eklenirken, dershanelerden sağlayacakları maddi kazançlarını hesaplarken bu yılki arkadaşlarının durumunu hiç düşünmedikleri belliydi.
Hadi onlar düşünmediler de her biri bir anlamda “eğitim” yeri olan dershanelerdeki “eğitimciler” yıllardır nasıl düşünemezler onu anlamakta zorluk çekiyorum.
Reklam, para kazanma hırsı gözleri nasıl bu kadar kör edebiliyor, meslek etiğini yok sayabiliyor, varını yoğunu sınava girecek çocuğuna adamış velilere, bu yükün altında ezilen öğrencilere bu nasıl yapılabiliyor gerçekten anlayamıyorum.
Biz, öğretmenler, onları çalıştıran bu kurumlar, bu kurumların patronları… bu hale nasıl, niçin geldik? Bunu bana birileri anlatsın, anlamamı sağlasın…
Şu anda sözümün bittiği yerdeyim.
Herkese iyi eğlenceler!!....

SBS olmazsa ne olur?



SBS olmazsa ne olur?


26 Nisan 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr


SBS olmazsa ne olur? Çok tercih edilen okullara gidebilmek için bilgi ve dili kullanma becerisi düzeyinde bir eleme yapılması kaçınılmazdır. Bu noktada sınavlara anlayışla bakılabilir.

Bilgi edinmenin ve bu becerileri kazanmanın temeli de okuldur.

Bir zamanlar, seksenli yıllarda ilkokuldan sonra Anadolu Liseleri’ne gidebilmek için beşinci sınıfın sonunda çocuklar sınava girerlerdi.

O dönemde çocuğu olanlar çok iyi anımsar, neredeyse ilk sınıflarda test çalışmalarına başlanırdı. Beş yıl aynı sınıfta okuyan öğrenci, performansını sınavda sergilerdi.

O yıl sınıfından kaç öğrenci kazanmışsa o öğretmenin de çalışma, öğretme performansını da görebilirdik.

O yıllarda çocuklarının bu çalışma temposuna üzülen veliler de çocuklarını “yarış atına” benzetirlerdi.

Dershanelerin de henüz bugünkü kadar çok olmadığı bir dönem olduğu için öğretmenler, okulda üstlerine düşen görevi çalışma ve yaratıcı olma durumuna göre yerine getirmeye çalışırlardı. Çocuk sınavı kazanamasa bile sağlam bir bilgi temeli, çalışma disipliniyle ortaokula başlar, lise yaşamı için altyapı oluştururdu.

Küçük yaşta böyle bir tempodan çocukları kurtarmak isteyen yetkililer, Anadolu Lisesi ve Fen Liseleri sınavlarını orta okul sonrasına bıraktı. Burada öğrencinin neredeyse sekiz yıllık çalışmalarının bir değerlendirmesi olacaktı.
Bu defa ilkokulda kavramlar yeterince oturtulamadı, sosyal çalışmalara ağırlık verilen öğrencide ders çalışma iç disiplini oluşturulamadığı için üst sınıflara geçen öğrencilerde LGS sınavlarında beklenen başarı görülemedi.
Çocuğun kendi özellikleri ve ailenin özel ders ve dershaneye gönderebilme durumuna göre başarı bireyselleşti.

Dershaneler çoğaldı, onların kendi yöntemleri oluşmaya başladı. Okul öğretmeninin sınıfta birkaç haftada ele aldığı konuyu, dershane öğretmenleri çocukların bu bilgileri “okulda almış olması gerekir” mantığından hareketle on beş, yirmi dakikada özetleyip test soruları üzerinden konuyu anlatmaya başladı.

Çocuklar bu defa okulla dershaneyi bu anlamda kıyaslamaya başladı. Hatta aynı kurumun okul öğretmenleri ile dershane öğretmenleri arasında pek de olumlu olmayan paslaşmalar başladı.
Bütün bu gelişmeler, kargaşaya neden oldu; veliler de öğrenciler de ne yapacağını bilemez hale geldi.
Özel okullara, dershanelere, özel derslere koşmaya başladılar ama ilkokulda alınması gereken bilgi ve çalışma prensibi eksikliğinin getirdiği boşluğu hiçbiri gideremedi.
Temelsiz oldu.
Anlık başarılar oluştu.
İlk defa 2007’de başlayan SBS sınavlarının olacağına ilişkin duyumlar, birkaç yıl önceden gelmeye başladığında arkadaşlarıma “İşte şimdi çocuklarımız yarış atı oldu. Özel ders ve dershane masrafları katlandı. Eskisinden daha kötü oldu. İlkokuldan sonra bir defa sınava girip bir de liseden sonra ÖSS’ye girecek olan çocuklarımız, şimdi daha çok sınav stresi yaşayacak” dediğimi çok iyi anımsıyorum, konuştuğum arkadaşlarım da anımsayacaklardır.
Peki SBS olmazsa ne olur?
Öğrenciler, ilkokula başladığından liseye giriş sınavlarına kadar sınav heyecanı yaşamaz; ama ilkokulda altyapısı oluşmamış bilgi ve kavramların ortaokuldaki şansı ne olur?
İyice sosyalleşen çocuk, oturup ödev yapma, tekrar yapma, ders çalışma disiplinini ortaokulda nasıl oturtabilir?
Bu soruların yanıtlarına iyi bakmak gerekiyor.
Aslında bu sorular, bizi ilkokula götürüyor.
Beş yıl aynı öğretmenle okul yaşamında gerekli olan sistemli ders çalışma iç disiplini, sorumluluk duygusu, … gibi temel alışkanlıkların kazandırılması sağlanmalı.
Bunu başaramayan öğretmenler sorgulanmalı, bu öğretmenler başka alanlarda değerlendirilmeli.
SBS ile ilgili görüşlerinizi bizlerle paylaşmanızı bekliyoruz….

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı


23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı


19 Nisan 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Sevinç ve coşkunun yaşandığı, geçmişle bugünün birleştiği, geleceğe yönelik ulusal planların yapıldığı, güneşli, güzel ilkbahar günlerinden birini daha yaşayacağız bu hafta.
TBMM’nin kurulduğu gün, Türkiye Cumhuriyeti’nin de yapısı oluşmaya başlamıştır.
Henüz yönetimin ne olacağı konusunda belirginlik olmamasına rağmen halkın temsilcileri meclis çalışmaları yapmaya, savaşa yönelik kararları halk adına almaya başlamıştır.
Bu yeni yapı, insan yaşamının en saf, en güzel dönemi olan, gelecek vadeden çocukluk dönemiyle, mevsimlerin en umut dolu, kıştan çıkan insanların içine yaşama sevinciyle dolduğu bahar günleriyle ne güzel bir uyum yaratıyor….
Bu yurdun insanı, yaşadığı topraklarda özgür olmak adına umudunu yitirmeden kurtuluş mücadelesi vermiştir.
Bunu da kendine lider olarak seçtiği Mustafa Kemal Atatürk ve her biri onun gibi olan, komutanından erine kadar değerli askerler, her alandaki çalışanlar ve halk olarak kendi çabasıyla gerçekleştirmiştir.
Savaş alanlarındaki zafer kazanılmış; sıra ülkenin çağdaşlaşmasına, insanlarının hak ettiği çağdaş ülkelerdeki gibi medeni bir yaşam tarzını oluşturmaya gelmişti.
Bu yaşam tarzının oluşması için tarımıyla, sanayisiyle her türlü çalışma alanıyla üreten, ürettiğini satıp elde ettiği geliriyle iyi bir yaşam süren insanların olduğu bir ülke yaratmak gerekiyordu.
Atamız, ülkesinin insanlarının buna layık olduğunu biliyor, böyle bir ülke oluşması için sadece hayal kurmuyor, bunun gerçek, yaşanabilir olması için durmaksızın çalışıyor, araştırıyor, rehber olacak kurumları oluşturuyordu.
Ekonomisi, gelir düzeyi iyi olan insanlardan oluşan ülkelerde demokratik yaşamın da iyi işlediğini gördüğü için buna önem veriyordu.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, sanayinin yetersizliğini gören Atatürk, çağdaşlığın, gelişmişliğin, ekonomik alandaki başarının ancak ve ancak eğitimle sağlanacağını bildiği için pozitif bilimlere dayalı okullarda eğitim alan Türk çocuklarının başaracağını da görmüştür. Bunda dolayı Türkiye Cumhuriyeti’ni çocuklara ve gençlere emanet etmiştir.
Okuyup kendini yetiştiren çocuklar, gençler yıllar içinde bu günkü modern, gelişmiş Türkiye’yi oluşturmuşlardır.
Bugünkü Türkiye, çağdaş ülkeler sınıfına yıllar içinde bu sayede katılmıştır.
Her ne kadar bugün birtakım sıkıntılar yaşanıyorsa da atalarımızın, Atamızın emaneti olan yurdumuz için, yurdum insanı için en iyi, en güzel, en doğru olanının yapılacağından kimsenin kuşku duymaması gerekir.
Bu bayramın temel felsefesi budur. Bunu çocuklarımıza, gençlerimize, halkımıza anlatmak, özümsetmek biz öğretmenlerin, okullarımızın en önemli görevidir.
Anlatma yolları da öğretmenlerin, okulların, toplumu yönetenlerin yaratıcılığına kalmıştır.
Çocuk, umuttur, neşedir, gelecektir.
Bahar, umuttur, neşedir gelecektir.
23 Nisan da bu yüzden umuttur, neşedir, gelecektir.

Yine ÖSS yine puan kaygısı


Yine ÖSS yine puan kaygısı


12 Nisan 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Yine ÖSS yine puan kaygısı Birkaç yılda bir değişen üniversiteye girme kuralları son zamanlarda her yıl değişmeye başladı. Bunun yanlışlığı, gereksizliği, çocuklarımız üzerinden siyaset yapma, para kazanma gibi konulara girmeyeceğim.
O kadar çok boyutlu bir durum ki bu, nereden ele alınıp değerlendirme yapılmasına bile karar vermek çok zor.
Ayrıca yıllardır görüyorum ki biz ne söylersek söyleyelim herkes kendi bildiğini okuyor.
Okullar, öğretmenler, çocuklar, veliler de çaresiz yeni sistem ne ise ona göre davranmaya çalışıyor, kimse de bu konular üzerinde konuşup zaman kaybetmeyi göze alamıyor haklı olarak.
Ümit ediyorum, herkes bilinçlenir, bu oynamaların kimlerin işine yaradığının farkına varır, bundan sonra önlemlerini ona göre alır.
Şimdi, 11 Nisan’dan sonra çocuklarımız ne yapmalı, hazirandaki sınavlar için nasıl hazırlanmalı ona bakalım.
YGS’ den sonra öğrencilerimizin yapacağı ilk iş, netlerinin tespitini yapmak.
Bunun yapılması:
19 Haziran Cumartesi LYS-1 Matematik ( Matematik- Geometri),10.00
19 Haziran Cumartesi LYS-5 Yabancı Dil 14.00
20 Haziran Pazar LYS- 4 Sosyal Bilgiler ( Tarih- Coğrafya 2-) (Psikoloji- Sosyoloji- Mantık) 10.00
26 Haziran Cumartesi LYS- 3 Edebiyat Coğrafya (Türk Edebiyatı- Coğrafya 1) 10.00
27 Haziran Pazar LYS-2 Fen (Fizik- Kimya- Biyoloji) ( üç kitapçık, 80- 100 soru) 10.00
sınavları için önemli.
Yüksekokul düzeyindeki iki yıllık programlar için 140 puan barajını aşmak yeterli.
Dört yıllık programlar için de 180 barajını aşmak gerekiyor.
ÖSYM Başkanı Yarımağan’ın 6 Nisan itibariyle son açıklamasına göre, her birinden 8 soru yani 8 Matematik, 8 Türkçe, 8 Sosyal Bilimler, 8 Fen Bilimleri olmak koşuluyla toplamda 32 soru yapmak yeterli.
İki hafta sonra açıklanacağı var sayarsak, durumu iyice netleşen öğrencilerimiz, tempolarını hiç düşürmeden hazirandaki sınavlar için çalışmalarını sürdürmek zorundalar.
“Ben dört yıl boyunca sistemli, arkamda anlamadığım, eksik konu bırakmadan geliyorum” diyebilenler bolca test çözerek ufak tefek hatalarına rötuşlar verebilir.
Bunu söyleyemeyenler de hiç geçmişteki pişmanlıklarla zaman kaybetmeden şu anda yapabileceklerinin tespitini yapıp elinden geldiğince çabasını sürdürmeli, önemli olan moraldir, son anda pek çok şey başarılabilir, yeter ki isteyelim…
Benim yazılarımda hep sözünü ettiğim “sınıfta dersi iyi dinlemek, dinlediklerinin tekrarını yapmak, pekiştirici çalışmaları yapmak, ödev alışkanlığını kazanmak…” gibi okulun olmazsa olmazlarını, bu sınav öncesi günleri rahat geçirmek içindir.
Zamanında bunların farkında olmak çocuklarımızı stressiz, sıkıntısız bir şekilde sınava hazırlamak ve elbette en önemlisi istediği üniversitenin istediği fakültesine gitmek gibi hayalini kurduğu günleri yaşayabilmeleri içindir.
Çocuklarımız yaşamlarının henüz başında olduğu için bunun farkında olamayabilirler.
Büyükleri olarak evde annenin, babanın; okulda idarenin, öğretmenlerin bunu çocuklarımızın fark etmelerini sağlamak bizlerin görevi.
Ondandır yıllardır iğneyi hep kendimize batırışım…

Ailenizin okula yaklaşımı


Ailenizin okula yaklaşımı


05 Nisan 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Ailenizin okula yaklaşımı Okullarımızın öğrenciler tarafından sevilen, koşarak gidilmesi gereken bir yer olması gerektiğine her yazımda değiniyorum neredeyse.

Meslek hayatım boyunca yaşadım ve gördüm ki ayakların geri gittiği ortamlarda insanlar kendini mutlu, huzurlu ve güvende hissetmiyorlar demektir.

Bu şekilde gidilen işyerinin de okul, fabrika, mağaza… hangi alanda olursa olsun iş verimi ve kalitesi düşük olur; kurum, istediği hedeflere ulaşamaz.

Bundan dolayıdır ki okullarda, yönetimden sınıftaki öğretmene hatta diğer çalışanlarına kadar bu konuda neler yapılması gerektiğine değindim.

Bu hafta, çocuklarımızın koşarak okula gitmeleri, dolayısıyla da başarılı olması için veliye düşen kısmı nedir, onu analiz etmek istiyorum.

"İmparatorlar Kulübü" adlı filmi, sinemada ya da televizyonlarda izlemişsinizdir. Bu filmde senatör bir baba, öğrencilerine ahlaklı olmaları gerektiğini öğretirken, yalnızlık duygusu içindeki zeki ama asosyal bir çocuğa, özgüven duygusu kazandırmak için çalışan tarih öğretmenine "Siz benim oğlumun karakterini şekillendiremezsiniz onu ben şekillendiririm" diyerek okulun, öğretmenin eğitim vermesini değil; sadece bilgi vermesini isterken hayatının en büyük hatasını yaptığının farkında değildir.

"Yirminci yüzyılın ortalarına kadar eğitimde okulların ve ailenin yeri ayrı ve sınırları belirliydi. Okul, öğrencilerin akademik başarısından sorumluyken aileler, öğrencilere sadece ahlaki, kültürel ve dini değerleri öğretmekle yükümlüydüler" (Hill&Taylor)

Filmdeki babanın okula ve öğretmene yaklaşımı, kesinlikle bu geleneksel anlayıştan kaynaklanıyordu.

Babaların, annelerin eğitimcilere böyle müdahale etmesi, geleceği şekillendirecek çocuklar için ne kadar doğru bir yaklaşım olduğunu sorgulamak gerekir.

Veliler, çocuğunun akademik başarısının yanında, kendine ve mensubu olduğu topluma yararlı olabilmesi, ahlaki değerlere sahip olması için okulla ortak bir çalışma içinde olmalıdırlar.

Bu çalışmalar sırasında eğitimcilerin alanını ihlal etmeden, "kendine göre" doğrulardan hareketle değil; bu alanda yıllarını tüketmiş uzmanlarla kendilerini yetiştirerek, geliştirerek ve aynı zamanda okuldaki eğitimcilerle işbirliği yaparak olmalıdır.

Konunun akademik uzmanları da etkili bir okulun oluşmasında, müdürün teslimiyetçilik içine düşmemek koşuluyla "Aileler, okuldaki öğrenme ve öğretim etkinliklerine destek verirken okuldaki karar sürecine de katılırlar ve okuldaki etkinlikleri geliştirecek bir kaynak olarak hizmet verirler" demektedirler.(Sergiovanni)

Ailenin okula yaklaşımı, nerede durması gerektiğini bilmesi çok önemlidir.

Ne öğretmenin işlerine müdahaleye varan bir yerde ne de öğretmen ne yaparsa yapsın; ama çocuğuma gereken bilgiyi versin kadar uzakta olmalıdır.

Benim velilere bu konudaki önerim, her zaman kontrollü uzaklık olmuştur.

Diğer bir deyişle, her gün okula gelmiş kadar çocuğun dersleri, notları, ödevleri, arkadaşları, okul faaliyetleri, sınıftaki davranışları hakkında bilgi sahibi olmalarıdır.

Öğretmenleriyle iş birliği içinde olmalarıdır.

Adeta evdeki kontrol mekanizması, öğretmeni olmaktır.

Bir anne, bir baba olduğunu unutmadan, çocuğuyla saygı mesafesini koruyarak, boş, itici uyarılarıyla yüz göz olmadan…

9 Eylül 2011 Cuma

Saygı mı, korku mu?


Saygı mı, korku mu?


29 Mart 2010 Pazartesi
aercan@bursahakimiyet.com.tr

Saygı mı, korku mu? Öğrenciler, öğretmenlerinin anlattığı konuyu dinlerken “korku”yu değil; anlatana, ders dinleyen diğer arkadaşlarına saygıyı, hepsinden önemlisi okula gelme amacı olan iyi öğrenmeyi, anlamayı kendilerine ilke edinmelidirler.
İnsanımızın iyi eğitim alması, toplumumuzun gelişmesi için bunun gerekli olduğunu her zaman ve her ortamda anlatıyorum, anlatmaya da devam edeceğim.
Geçen hafta, bu konu ile ilgili çok güzel tepkiler geldi. Meğer insanlar, her alanda bu iki duygunun karıştırıldığına şahit oluyorlarmış.
Tabii ben her zaman olduğu gibi bu çok geniş kapsamlı konunun okul, öğrenci, öğretmen ayağını ele alacağım.
Geleceğin yetişkin toplumu, şimdi öğrenci olanlardan oluşacağına göre en doğru başlangıç noktası okuldur.
Bana gelen mesajlardan birinde meslektaşım şöyle diyor: “Çocukların benim dersimdeki davranışları, matematik dersindekinden çok farklı oluyor. Oysa ÖSS sınav başarısı o derste oldukça düşük. Sınıf o derste her zaman çok sessiz olur, herkes dikkatle tahtaya yazılanları yazıyor veya yanındakiyle konuşmadan öğretmeni dinliyordur. Benim dersimde daha hareketli ve canlıdırlar. Çoğu zaman sınıftan çıkan sesleri “gürültü” diye algılayıp beni hiçe sayarak sınıfıma “ne bu gürültü?” diye dalan müdürün, müdür yardımcısının öğrencilerimin önünde beni küçük düşüren davranışlarına maruz kalırım. Buna rağmen, öğrencilerim ÖSS’de yurt ve il genelinde dereceye varan başarılar kazanıyorlar. Çocuklara, idareye karşı beni zor durumda bıraktıklarını, biraz daha sessiz olmaları gerektiği konusunda uyardığım bir gün niye o derste sessiz durduklarını sordum, bana verdikleri cevap beni çok şaşırttı. Meğer öbür öğretmen disiplin kurulundaymış, çok sıkılmalarına, anlattıklarını anlamamalarına rağmen “korkularından” sessizce oturuyorlarmış.”
Meslektaşım şaşırmakta çok haklı. Çocuklarımız ya dayak korkusundan ya da disipline gideriz korkusundan ders dinliyorlarsa orada gerçekten çok büyük bir sorun var demektir.
Esas olan idarenin böyle bir durumun farkında olup olmaması.
Sınıfta gürültü olsun, ortalık birbirine girsin ya da herkes fısıltıyla da olsa birbiriyle konuşsun, dersi dinlemesin hiçbir zaman demedim, demiyorum.
Böyle bir ortam, okulun amacına, mantığına aykırı olduğu gibi öğrenmeyi engelleyen en önemli sorun olduğunu yıllarca söyledim.
Burada asıl sorun, öğrencinin dinliyor ”muş gibi” bir tavır içinde olması.
Bu yanlış tavrın öğrencinin başarısında çok etkili olduğuna dikkat çekmektir maksadım.
Evde ve okulda çocuklarımıza dinlemeyi öğretelim.
Öğrenmenin temelinin bu noktada atıldığını öğretelim.
O dersi onlara öğretme çabası içinde olan öğretmeni dinlememenin, üstelik yanındakiyle, etrafındakilerle sınıfta öğretmen yokmuş gibi tavırlarla konuşmanın ona karşı çok büyük bir “saygısızlık” olduğunu öğretelim.
“Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet; başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu” nu yani “saygı”yı öğretelim.
İlk önce okulda, sınıfta olmak üzere yaşamın her alanında evde, sokakta, bankada, sinemada, tiyatroda, otobüste, dolmuşta….