Okul istiyoruz… |
26 Eylül 2011 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Türkiye’nin dördüncü büyük şehri olarak nitelendirilen Bursa’nın bir mahallesinde veliler, öğrenciler geçtiğimiz günlerde “okul istiyoruz” talebinde bulundu.
Kimileri için halkın isteği farklı anlamlar içerebilir ya da kimileri için bunun hiçbir anlamı olmayabilir. Ben bu olayı önemsedim. Eylemin çıkış noktasının “okul istiyoruz” olması birinci neden, Ortadoğu’nun liderliğine soyunmuş bir ülkenin, kalkınma ve istihdam yaratmada Türkiye’nin ekonomideki lokomotifi olarak gösterilen bir şehrinde yaşanıyor olması da ikinci neden, Bu olay, yetkililerin duymasını sağladı mı, taleplerin karşılığı olur mu bilmiyorum. Bildiğim bir şey var ki Bursa’nın mahallelerinde durum bu ise Anadolu’nun diğer illerindeki “okul isteriz” istekleri ne kadardır? Sesini duyamadığımız, gidip göremediğimiz illerimizdeki, ilçelerimizdeki, köylerimizdeki velilerin, öğrencilerin eğitim, öğretim gereksinmeleri ne durumda, diye sormaktan da kendimi alamıyorum. Niçin okul istiyoruz? Dünya üzerinde gelişmiş ya da gelişmesini sürdüren ülkelerde en temel hak olarak bilinen eğitim- öğretim hakkı, yurdumun insanının da en temel hakkıdır. Artan nüfus ve taleple birlikte yeni okulların açılması, öğrencilerimizin en sağlıklı, en güvenli ortamlarda eğitim almalarını sağlamak da devletin en temel görevidir. Nüfusun yoğun olduğu büyük illere ve ilimize baktığımız zaman, çocuklarımızın taşımalı eğitimle sürdürmeye çalıştıklarını görüyoruz. Devlet okulu diye adlandırılan okullarımızın büyük bir çoğunluğunda ikili eğitim verildiğini ya da tam gün olarak başlayan okulların da hemen ikili eğitime geçtiğini görüyoruz. Bu öğretim yılında kaç tane devlet ilköğretim okulunun ikili öğretime geçtiğini bilen var mı? Demek ki buradan şunu anlıyoruz: Eski yerleşim yerlerindeki okullar yeterli görülmüş, buralara yeni okul binası alanı açma gereksinimi duyulmamış. Okul yönetimleri de çareyi ikili öğretime geçmekte bulmuş. Yeni yerleşim yerlerine belediyeler, şehir plancıları yeterince okul alanı açmamış. Kaçak yerleşim söz konusu ise yine belediyeler bu yapılaşmaların önlemini almamış. Okula giden çocuklarımızın can güvenliğine gereken önem verilmemiş. Eğitim öğretim sorunu demek; okul sorunu, şehirleşme sorunu, yetkili makamların hizmet anlayışı sorunu hatta ülke sorunu demek olduğunu anlamanın zamanı çoktan geldiği için, Eğitimli insanın ülke kalkınmasındaki yerini ve önemini kavramamız gerektiği için okul istiyoruz. |
26 Eylül 2011 Pazartesi
Okul istiyoruz...
19 Eylül 2011 Pazartesi
2011-2012 öğretim yılına başlarken...
2011- 2012 öğretim yılına başlarken… |
19 Eylül 2011 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Sevgili öğrenciler, yapmak istediklerinizi gönlünüzce yapabildiğinizi, mutlu bir yaz tatili geçirdiğinizi umuyorum.
Yeni öğretim yılınızın sağlıklı ve başarılı geçmesini dilerim. Tatilde iyice dinlenmiş, kafanızı boşaltmış, enerji depolamış, yepyeni kararlar almış bir şekilde okula başladığınızı düşünüyorum. Tatile bu şekilde bir yaklaşımın derslerdeki başarınızı artıracağını, bunun da size özgüven kazandıracağı da bir gerçek. Şimdi artık daha kararlı, istikrarlı, ne yapmak istediğini bilen bir yaş daha büyümüş, olgunlaşmış durumdasınız. Annenizin, babanızın “erken yat”, “televizyon izleme”, “ödevlerini yap”… gibi pek çok uyarısını, önermesini onların söylemesine bile gerek kalmadan kendinize siz söyleyecek böylece sorumluluklarınızın da artık farkına vardığınızı herkese göstereceksiniz. Erken uyuyabilme İlk hafta kendinizle en çok uğraşacağınız konu, akşam erken uyuma olacak. Birkaç aydır istediğiniz saatte yatıp istediğiniz saatte kalkmaya alıştığınız için belki birkaç gün zorluk yaşayacaksınız. Bugün sabah erken kalkınca istemeseniz de akşam hemen uyuyabileceksiniz. Bu konuda size yardımcı olacak içeceklerden de yararlanabilirsiniz. Bir fincan ballı ılık süt her zaman işe yaramıştır. Sevgili veliler, Sizin için bir anlamda tatil yeni başlıyor!! Şaka bir tarafa, çocuklarınızla birlikte geçirdiğiniz güzel yaz günlerinin ardından siz de koşuşturmalara başlayacaksınız. Zaten son haftalarınız yeni okul kıyafetleri, çantaları, defter, kalem alışverişiyle geçti. Bu ilk günlerde siz de aynı konuda, farklı açıdan zorluklar yaşacaksınız. Uyarılarınızı çocuğunuzun aksini yapma isteğini kamçılayan tarzda olmamasına dikkat etmelisiniz Geçen yılda yaşadıklarınızı anımsayıp çocuğunuzu tanımaya çalışın. Ona teşvik edici sözlerle yaklaşın. Onu anlamaya çalışın. İstek ve heves duymasını sağlayıcı sözlerle destek olun. Akşam uykusunu kaçıracak besinlerden uzak tutmaya çalışın. Zıtlaşarak istediğinizi yaptırmaya çalışmayın. Ona mümkün olduğu kadar mantığını anlatın. Her zamanki gibi sevginizi göstermekten kaçınmayın. Zaman zaman kızsanız bile kendinizi tutun, derin nefes alın, sabırlı olun. Çocuk yetiştirmenin ömür boyu sabretmek olduğunu unutmayın, Yaşamın kendisi sabırdan ibaret değil mi zaten… Sizin de yeni öğretim yılınız hayırlı olsun… |
10 Eylül 2011 Cumartesi
Bursaspor'a gönülden tebrikler
Bursaspor’a gönülden tebrikler |
24 Mayıs 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Taraftarlarının koşulsuz desteği, oyuncularının bu desteğe layık olma çabaları, teknik direktörün kararlı, bilinçli eğitimi, yöneticilerin oyunculara ve teknik kadroya güveni bir araya gelince ortaya herkesi mutlu eden bir tarih, bir destan çıkmış oldu.
Rengini Uludağ’ın yeşilinden, karının beyazından alan bu takım, şehrinin insanlarına bayram coşkusunu, sevincini yaşatmayı başardı. Artık bundan böyle “beş büyüklerin” arasında anılacak olan Bursaspor, bir başarı örneğidir. Tıpkı yılmadan, azimle, zorluklara göğüs geren hatta en büyük zevklerinden, eğlencelerinden fedakarlık eden bir öğrencinin istediği üniversitenin, istediği fakültesine gitme başarısına ulaşması gibi… Sevincini büyük bir olgunlukla, taşkınlıklara meydan vermeden yaşayan Bursalılar, yenilgilerinde de aynı olgunluk ve anlayışla, hatalarından dersler çıkararak yaşayacaklardı kuşkusuz. Zira, bu tür karşılaşmaların milyon dolarlık da olsa sonuçta bir oyun olduğunu, yenmek kadar yenilmenin de doğal olduğunu, böyle bir karşılaşmanın içinde bulunmanın bile bir gurur olduğunun farkında olarak takım tutmak, tuttuğu takımı desteklemektir, esas olan. İkinci de olsa şampiyonmuşçasına hazırlık yapan bir takımın, bu bilinçte taraftarının olmasından daha doğal ne olabilir ki…. Takımına, şehrine sahip çıkmak demek ona zarar verecek davranışlardan da uzak olmak, Yenilse de her yeri yakıp yıkmamak; Kavga, gürültü yaratmamak, Şehirlilik bilincini kazanmış bireyler demektir. Bu davranış tarzı, o şehrin ya da taraftarın eğitim kalitesinin ve düzeyinin göstergesidir. Görülüyor ki centilmen sporcu, taraftar bilinci, eğitimi, şehrimizin okullarında, her kademedeki çocuklarımıza, gençlerimize veriliyor… Bu güzel olayın, bu başarının, bu şampiyonluğun kalıcı olabilmesi için belki Bursaspor yöneticileri, Büyükşehir Belediye’si, Valilik işbirliğiyle “Spor Lisesi” ya da “Futbol Lisesi”… gibi eğitim kurumları açılarak, sporcusunun, spora ilgi duyan taraftarının, gençlerimizin eğitilip öğretim görecekleri olanaklar yaratılabilir. Kredili sistemin liselerde uygulandığı dönemlerde, çalıştığım okulda, Türkçe-Matematik, Fen-Matematik,Türkçe-Sosyal gibi alanların yanında “Spor” alanları da vardı. Kendine özgü ders dağılımı olan, müfredatı olan bir alandı. Öğrenci mecbur kaldığı için değil; ilgisi, yeteneği olduğu için bu bölümü seçiyordu. Bir öğrencim” Hocam, profesyonel sporcu olamam belki ama bilinçli, eğitimli bir sporsever olurum” demişti. Katılmamak mümkün mü? Şimdi, fırsatlardan yeni ufuklar yaratma zamanı… |
Gençlerin ödevleri
Gençlerin ödevleri |
17 Mayıs 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Bu ülke, isimsiz kahramanlarımız tarafında size emanet edildi sevgili gençler!.
Sizler, bu emaneti ne kadar koruyabilirsiniz, bu ülkeye olan borcunuzu ne kadar ödeyebilirsiniz, görevinizi ne kadar yerine getirebilirsiniz, ödevinizin farkında ne kadar olabilirsiniz?… Bütün bunları görmek zor. Çok net görebildiğim bir nokta var ki daha şimdiden öğretmenlerinizin verdiği ödevleri, annelerinize, babalarınıza, marangozlara, internet kafe işletmecilerine devrettiğinizdir. Bursa hakimiyet’in İHA kaynaklı 9.5.2010 tarihli haberinde; bir velinin yeni müfredatta yer alan performans ödevlerinden haklı olarak şikayet ederken, internet kafe işletmecisinin araştırmayı yapıp kes yapıştırlarla nasıl proje hazırladığını, bir ustanın yapabileceği, profesyonel araçlara gereksinim duyulacak nitelikte ödevler verilmesine ilişkin çok acı bir duruma değinilmiş. Bu haberin içeriğini iki bölümde ele almak gerekirse, birincisi, kendisi araştırma yapamayacak kadar "yoğun" olan çocuğun bu görevi veliye vermesi, velinin de bunu işletmeciye devretmesi. İkincisi, ödevin araç, gereç ve beceri açısından bırakın çocuğu, veliyi de aşması, velinin de bunu marangoza devretmesi. Buradaki kişilerin tutumları çeşitli yönlerden eleştirilebilir; ama asıl eleştirilmesi gereken o ödevlerin yapılması için çocuğun seviyesine, becerisine, zamanına, araç ve gereç özelliklerine dikkat etmeden çocuğa veren öğretmendir. 19.01.2009 tarihli yazımda, öğretmen tarafından verilen ödevin nasıl olması gerektiğine şöyle değinmiştim: "Çocukları yaratıcılığa götürmeyen, onları otomatikleştiren bir çalışmanın ödev değeri yoktur. Örneğin "…. Bir yazıyı veya resmi ya da bir haritayı kopya ettirmek ev ödevi olamaz. Ev ödevinde bir gözlem, inceleme, araştırma, ölçme… gibi "çözümleme" sonra da bunlardan anlamlı sonuçlar çıkarma, öğrencinin seviyesine göre olumlu bir eser ortaya çıkarma, gibi "sentez" yapmak esastır. Ev ödevi olarak çeşitli ders kitapları, romanlar, öyküler, şiirler, gazeteler … okunabilir, bunlar çocukların yaşamında heyecanın oluşmasını ve öğrenmenin zevkli yanının ortaya çıkmasını sağlar. Bunlardan elde ettikleri bilgilerle yeni açılımlar kazanabilirler, bunları da birbirlerine anlatarak başkalarının da yaşantılarının zenginleşmesine yardım edebilirler. Ders kitaplarındaki soruları yanıtlamanın dışına çıkamayıp çocukları az önce sözünü ettiğim etkinliklere götüremeyen öğretmen arkadaşlarımızın ödev verirken dikkate alması gereken bir konudur bu." İster günlük çalışmayı içeren bir ödev olsun, ister yıllık çalışmayı gerektiren "proje" ya da "performans" denilen bir ödev olsun hepsi evde yapılan ödevlerdir. Öğretmen, yukarıda sözü edilen "ödev niteliklerine" uymak zorundadır. "Ödev vermekle" ilgili olarak kendini yetiştirmek, donanımını artırmak zorundadır. Müfredat, öğretmene pek çok proje sunabilir, bunun hepsini her hafta, her ay, yaptırmak gibi zorunluluğu yoktur. Her ilin, okulun, sınıfın, öğrencinin koşullarına uygun olanları seçip öğrenciye vermektir esas olan. Başkasının yaptığı bir ödevin, çocuğun yaşantısına katacağı zenginlik, gelişim ne olabilir? Olsa olsa kazandığı "zayıf almamak için ödevini, projesini başkasına yaptırmak, kendi yapmış gibi sınıfa getirmek, bundan utanç duymamak, herkes aynı durumda olduğu için ona normal bir davranışmış gibi gelmesi, sorumluluk duygusunu geliştirmemek… gibi" çok yanlış davranışlar olabilir. Öğrenciye hiçbir şey kazandırmayan, hatta "kötü" diyebileceğimiz davranışlar kazandıran, çocuğun yapamayacağını, seviyesini bilen bir öğretmen, bu tarz ödevleri niye verir? Bilmiyorsa o zaten suç değil midir? Sene sonundaki sergide, şenliklerde idareye, patronlara karşı "Bakın en çok ben çalıştım!" mesajını mı verecek? Böyle bir bakış, bir öğretmene yakışır mı? Yanlışların öğrenildiği, uygulandığı yerin "okul" olması çok acı bir durumdur. Pek çok eleştirilecek yönü olsa da müfredatın çıkış noktası, veli ve çocuğun birlikte zaman geçirmelerini sağlamak, veliyi okul çalışmalarının içine çekmek, okulla yakınlaştırmak… gibi iyi, Avrupai niyetler taşıyabilir. Ne var ki müfredatın, sınıf programları, mevcutları, okulların şartları, öğretmen kalitesi, öğrenci profili, gibi ülkesel özelliklerinin dikkate alınmaması, ülkesinin bu gerçeklerinden uzak kişilerce hazırlanmış olması, uygulamada, gerçek yaşamda haklı olarak gazetelere haber olabilir. Ne olur, kişisel çıkarlarımızdan sıyrılalım, bu ülkeye yakışacak erdemli, iyi ahlaklı gençler yetiştirelim. Yoksa bugün performans, proje, ev ödevini başkasına yaptırmayı öğrenen çocuklarımız, gençlerimiz; yarın ülkemizle ilgili ödevlerini kimlere devrederler dersiniz?…. 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun…… |
Okula giderken ne giyeyim?
Okula giderken ne giyeyim ? |
10 Mayıs 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Çalışma hayatının belki en zevkli bir o kadar da en zorudur bu sorunun yanıtını bulmak.
Kendine, çevresine, işine önem veren insan, evden çıkarken gideceği yere uygun giysiyi özenle seçer, seçmelidir de. Bu özeni, düşünme süresi olarak, harcadığı para olarak abartmamak; bu özelliğini bir üstünlükmüş gibi göstermemek koşuluyla… “Ne giyeyim?” derdine ilkokuldan itibaren düşmek insanı ne kadar yorar bilemiyorum… Giyim uzmanlarının söylediği gibi yerine göre giyinme bilinç, ilgi, biraz da para ister. Elbette bu bilinç, okullarda alınan eğitimle başlar, yaşla gelişir; kişilerin karakter özelliklerine, ekonomik ve sosyal yapısına, yaptığı işe göre şekillenir. Yetişkinlerde bile bulunduğu mekana, ortama, günün saatine uymayan; belki bırakın bu alanda uzman birinin sıradan insanın bile gözüne hoş gelmeyen giyimli pek çok insana rastlayabiliyoruz. Moda dünyasının, mağazaların kendilerine sunduğu kıyafetleri, sadece “modaya uymak” adına, sorgulamamak yanlış bir tutum. Herkesin kendi maddi gücünün yettiği yerlerden giyinmesi doğal; ama bu yanlışı yapmamak koşuluyla. Kendine yakışanı, vücut tipine uygun olanı seçmenin önemini, dünyada da söz sahibi olmaya başlayan modacılarımız sıklıkla dile getiriyorlar… İlle de marka olmasının, çok pahalı olmasının gerekmediğini de söylüyorlar. Günümüzde giyinmenin kendi anlamından uzaklaştığını, siyasette de önemli bir yer oluşturduğunu biliyoruz. Şimdi durum bu kadar önemliyken, yetişkinlerin bile içinden çıkmakta zorluk yaşadığı bu konunun ilkokul, ortaokul ya da lise çağındaki çocuklarımızın, gençlerimizin arkadaşında görüp kendisinde de olmasını istediği herhangi bir kıyafet, aksesuar, ayakkabı…ile ilgili özentisini dile getirip getirmemesine göre ailelerin evde birbirleriyle ya da kendi iç dünyalarında yaşayacakları sorunları göz ardı etmek mümkün mü? Arkadaşında gördüğü bir kıyafeti anlatırken gözlerinin içi gülen, sözleriyle olmasa bile gözündeki pırıltıdan, anlatış şeklinden adeta “Benim de böyle bir kıyafetim olsa” diyen çocuğunun kıskanmasa da imrendiğini gören annenin, babanın yaşadığı hüznün bu tarz sıkıntılar yaşamayan iyi gelirliler tarafından anlaşılması zordur. Kıyafet serbest olduğu zaman, okullarda yaşanacak sorunları düşünmek bile istemiyorum. Öğrencilerin giyimiyle ilgili sorunun çözümü hep öğretmendedir. Bir taraftan öğretmen olarak sınıfta konuyu anlatmakla, öğretmekle uğraşırken okul idaresinin size yüklediği bir görevdir kıyafet denetimi. Bazen ilk ders öğretmeninin, bazen de nöbetçi öğretmenin işidir. Okul müdürü, müdür yardımcısı bir yaratıcılık yapıp “Ben ne yapmalıyım?” demez. Sizi sıkıştırır, sizi öğrenciyle bu anlamda karşı karşıya bırakır. Bu konuda yaşadıklarınızı, sorun ve çözüm önerilerinizle birlikte bana yazmanızı rica ediyorum. Her zaman olduğu gibi olması gereken doğruları hep birlikte konuşmaya, paylaşmaya devam edelim… |
YGS sınavı eğlencesi!!??
YGS sınavı eğlencesi |
03 Mayıs 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
YGS sınavının sonuçlarının açıklandığı günün sabah saatleri…
Haber kanallarının tümünde sınav haberleri neredeyse gündemin ilk maddesi. Kısa sürede bulunan birinciler, ikinciler, üçüncüler ya sevinç görüntüleriyle ya da stüdyo konuğu olarak kanallarda yerlerini aldılar. İlk bakışta “Ne var bunda, gayet doğal bir durum. Gençler, çalışmışlar, çabalamışlar derece yapmışlar, haber olmaya da hak kazanmışlar” denilebilir. Ben de öyle söyledim, hatta birinciyi kutlayan dershane öğretmenlerinin görüntüleri beni çok duygulandırdı; sınavı kazanan öğrencilerimle yaşadığım sevinç dolu anlarımı anımsadım. İlerleyen dakikalarda bu gençlerin halen bir üniversitede okumakta olduklarını, sadece geçen seneki derecelerini yukarılara çekmek için tekrar sınava girdiklerini ve özellikle de “eğlenmek için” sınava girdiklerini açıklamaya başlayana kadar… O anda “neden?” sözcüğü kafamda uçuşmaya başladı. Neden böyle bir eğlenceye gereksinme duydular? Neden birinci olmak istiyorlar? Neden…… Derken CNN Türk’te üçüncü olan gencimiz, psikolog, bir de Sait Gürsoy’un bulunduğu program ilgimi çekti. Beni çok üzen bir gerçeğin bir de bu programda artık dile getirilmiş olması, bu işin dedikodu olmadığının farkına varmam “Eğitim ve öğretimde son noktaya gelindiğinin” kanıtı oldu. Bu noktaya ne zaman, nasıl geldiğimizi artık düşünmek istemiyorum. Sait Gürsoy, çok haklı olarak, benim de kesinlikle katıldığım konuşmasında “ Dershanelerin bu birinciler ya da dereceye girenlerle kendi reklamlarını yaptıklarını, bunun puan olarak diğer öğrencilere haksızlık yarattığını ve bu durumun yıllardır yaşandığını “ söylerken bu yıl bir taraftan okul notlarıyla diğer taraftan sınava hazırlanmak zorunda olan ve onlara göre doğal olarak daha çok stres altında olan öğrenciler geldi gözümün önüne. Zaten çok iyi üniversitelerin istedikleri bölümünde okuyan ve baskı altında olmayan bu gençlerin tekrar böyle bir sınava girmeleri kariyerlerine “dereceye girmiş olmak” lüksü eklenirken, dershanelerden sağlayacakları maddi kazançlarını hesaplarken bu yılki arkadaşlarının durumunu hiç düşünmedikleri belliydi. Hadi onlar düşünmediler de her biri bir anlamda “eğitim” yeri olan dershanelerdeki “eğitimciler” yıllardır nasıl düşünemezler onu anlamakta zorluk çekiyorum. Reklam, para kazanma hırsı gözleri nasıl bu kadar kör edebiliyor, meslek etiğini yok sayabiliyor, varını yoğunu sınava girecek çocuğuna adamış velilere, bu yükün altında ezilen öğrencilere bu nasıl yapılabiliyor gerçekten anlayamıyorum. Biz, öğretmenler, onları çalıştıran bu kurumlar, bu kurumların patronları… bu hale nasıl, niçin geldik? Bunu bana birileri anlatsın, anlamamı sağlasın… Şu anda sözümün bittiği yerdeyim. Herkese iyi eğlenceler!!.... |
SBS olmazsa ne olur?
SBS olmazsa ne olur? |
26 Nisan 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Çok tercih edilen okullara gidebilmek için bilgi ve dili kullanma becerisi düzeyinde bir eleme yapılması kaçınılmazdır. Bu noktada sınavlara anlayışla bakılabilir.
Bilgi edinmenin ve bu becerileri kazanmanın temeli de okuldur. Bir zamanlar, seksenli yıllarda ilkokuldan sonra Anadolu Liseleri’ne gidebilmek için beşinci sınıfın sonunda çocuklar sınava girerlerdi. O dönemde çocuğu olanlar çok iyi anımsar, neredeyse ilk sınıflarda test çalışmalarına başlanırdı. Beş yıl aynı sınıfta okuyan öğrenci, performansını sınavda sergilerdi. O yıl sınıfından kaç öğrenci kazanmışsa o öğretmenin de çalışma, öğretme performansını da görebilirdik. O yıllarda çocuklarının bu çalışma temposuna üzülen veliler de çocuklarını “yarış atına” benzetirlerdi. Dershanelerin de henüz bugünkü kadar çok olmadığı bir dönem olduğu için öğretmenler, okulda üstlerine düşen görevi çalışma ve yaratıcı olma durumuna göre yerine getirmeye çalışırlardı. Çocuk sınavı kazanamasa bile sağlam bir bilgi temeli, çalışma disipliniyle ortaokula başlar, lise yaşamı için altyapı oluştururdu. Küçük yaşta böyle bir tempodan çocukları kurtarmak isteyen yetkililer, Anadolu Lisesi ve Fen Liseleri sınavlarını orta okul sonrasına bıraktı. Burada öğrencinin neredeyse sekiz yıllık çalışmalarının bir değerlendirmesi olacaktı. Bu defa ilkokulda kavramlar yeterince oturtulamadı, sosyal çalışmalara ağırlık verilen öğrencide ders çalışma iç disiplini oluşturulamadığı için üst sınıflara geçen öğrencilerde LGS sınavlarında beklenen başarı görülemedi. Çocuğun kendi özellikleri ve ailenin özel ders ve dershaneye gönderebilme durumuna göre başarı bireyselleşti. Dershaneler çoğaldı, onların kendi yöntemleri oluşmaya başladı. Okul öğretmeninin sınıfta birkaç haftada ele aldığı konuyu, dershane öğretmenleri çocukların bu bilgileri “okulda almış olması gerekir” mantığından hareketle on beş, yirmi dakikada özetleyip test soruları üzerinden konuyu anlatmaya başladı. Çocuklar bu defa okulla dershaneyi bu anlamda kıyaslamaya başladı. Hatta aynı kurumun okul öğretmenleri ile dershane öğretmenleri arasında pek de olumlu olmayan paslaşmalar başladı. Bütün bu gelişmeler, kargaşaya neden oldu; veliler de öğrenciler de ne yapacağını bilemez hale geldi. Özel okullara, dershanelere, özel derslere koşmaya başladılar ama ilkokulda alınması gereken bilgi ve çalışma prensibi eksikliğinin getirdiği boşluğu hiçbiri gideremedi. Temelsiz oldu. Anlık başarılar oluştu. İlk defa 2007’de başlayan SBS sınavlarının olacağına ilişkin duyumlar, birkaç yıl önceden gelmeye başladığında arkadaşlarıma “İşte şimdi çocuklarımız yarış atı oldu. Özel ders ve dershane masrafları katlandı. Eskisinden daha kötü oldu. İlkokuldan sonra bir defa sınava girip bir de liseden sonra ÖSS’ye girecek olan çocuklarımız, şimdi daha çok sınav stresi yaşayacak” dediğimi çok iyi anımsıyorum, konuştuğum arkadaşlarım da anımsayacaklardır. Peki SBS olmazsa ne olur? Öğrenciler, ilkokula başladığından liseye giriş sınavlarına kadar sınav heyecanı yaşamaz; ama ilkokulda altyapısı oluşmamış bilgi ve kavramların ortaokuldaki şansı ne olur? İyice sosyalleşen çocuk, oturup ödev yapma, tekrar yapma, ders çalışma disiplinini ortaokulda nasıl oturtabilir? Bu soruların yanıtlarına iyi bakmak gerekiyor. Aslında bu sorular, bizi ilkokula götürüyor. Beş yıl aynı öğretmenle okul yaşamında gerekli olan sistemli ders çalışma iç disiplini, sorumluluk duygusu, … gibi temel alışkanlıkların kazandırılması sağlanmalı. Bunu başaramayan öğretmenler sorgulanmalı, bu öğretmenler başka alanlarda değerlendirilmeli. SBS ile ilgili görüşlerinizi bizlerle paylaşmanızı bekliyoruz…. |
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı |
19 Nisan 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Sevinç ve coşkunun yaşandığı, geçmişle bugünün birleştiği, geleceğe yönelik ulusal planların yapıldığı, güneşli, güzel ilkbahar günlerinden birini daha yaşayacağız bu hafta.
TBMM’nin kurulduğu gün, Türkiye Cumhuriyeti’nin de yapısı oluşmaya başlamıştır. Henüz yönetimin ne olacağı konusunda belirginlik olmamasına rağmen halkın temsilcileri meclis çalışmaları yapmaya, savaşa yönelik kararları halk adına almaya başlamıştır. Bu yeni yapı, insan yaşamının en saf, en güzel dönemi olan, gelecek vadeden çocukluk dönemiyle, mevsimlerin en umut dolu, kıştan çıkan insanların içine yaşama sevinciyle dolduğu bahar günleriyle ne güzel bir uyum yaratıyor…. Bu yurdun insanı, yaşadığı topraklarda özgür olmak adına umudunu yitirmeden kurtuluş mücadelesi vermiştir. Bunu da kendine lider olarak seçtiği Mustafa Kemal Atatürk ve her biri onun gibi olan, komutanından erine kadar değerli askerler, her alandaki çalışanlar ve halk olarak kendi çabasıyla gerçekleştirmiştir. Savaş alanlarındaki zafer kazanılmış; sıra ülkenin çağdaşlaşmasına, insanlarının hak ettiği çağdaş ülkelerdeki gibi medeni bir yaşam tarzını oluşturmaya gelmişti. Bu yaşam tarzının oluşması için tarımıyla, sanayisiyle her türlü çalışma alanıyla üreten, ürettiğini satıp elde ettiği geliriyle iyi bir yaşam süren insanların olduğu bir ülke yaratmak gerekiyordu. Atamız, ülkesinin insanlarının buna layık olduğunu biliyor, böyle bir ülke oluşması için sadece hayal kurmuyor, bunun gerçek, yaşanabilir olması için durmaksızın çalışıyor, araştırıyor, rehber olacak kurumları oluşturuyordu. Ekonomisi, gelir düzeyi iyi olan insanlardan oluşan ülkelerde demokratik yaşamın da iyi işlediğini gördüğü için buna önem veriyordu. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, sanayinin yetersizliğini gören Atatürk, çağdaşlığın, gelişmişliğin, ekonomik alandaki başarının ancak ve ancak eğitimle sağlanacağını bildiği için pozitif bilimlere dayalı okullarda eğitim alan Türk çocuklarının başaracağını da görmüştür. Bunda dolayı Türkiye Cumhuriyeti’ni çocuklara ve gençlere emanet etmiştir. Okuyup kendini yetiştiren çocuklar, gençler yıllar içinde bu günkü modern, gelişmiş Türkiye’yi oluşturmuşlardır. Bugünkü Türkiye, çağdaş ülkeler sınıfına yıllar içinde bu sayede katılmıştır. Her ne kadar bugün birtakım sıkıntılar yaşanıyorsa da atalarımızın, Atamızın emaneti olan yurdumuz için, yurdum insanı için en iyi, en güzel, en doğru olanının yapılacağından kimsenin kuşku duymaması gerekir. Bu bayramın temel felsefesi budur. Bunu çocuklarımıza, gençlerimize, halkımıza anlatmak, özümsetmek biz öğretmenlerin, okullarımızın en önemli görevidir. Anlatma yolları da öğretmenlerin, okulların, toplumu yönetenlerin yaratıcılığına kalmıştır. Çocuk, umuttur, neşedir, gelecektir. Bahar, umuttur, neşedir gelecektir. 23 Nisan da bu yüzden umuttur, neşedir, gelecektir. |
Yine ÖSS yine puan kaygısı
Yine ÖSS yine puan kaygısı |
12 Nisan 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Birkaç yılda bir değişen üniversiteye girme kuralları son zamanlarda her yıl değişmeye başladı. Bunun yanlışlığı, gereksizliği, çocuklarımız üzerinden siyaset yapma, para kazanma gibi konulara girmeyeceğim.
O kadar çok boyutlu bir durum ki bu, nereden ele alınıp değerlendirme yapılmasına bile karar vermek çok zor. Ayrıca yıllardır görüyorum ki biz ne söylersek söyleyelim herkes kendi bildiğini okuyor. Okullar, öğretmenler, çocuklar, veliler de çaresiz yeni sistem ne ise ona göre davranmaya çalışıyor, kimse de bu konular üzerinde konuşup zaman kaybetmeyi göze alamıyor haklı olarak. Ümit ediyorum, herkes bilinçlenir, bu oynamaların kimlerin işine yaradığının farkına varır, bundan sonra önlemlerini ona göre alır. Şimdi, 11 Nisan’dan sonra çocuklarımız ne yapmalı, hazirandaki sınavlar için nasıl hazırlanmalı ona bakalım. YGS’ den sonra öğrencilerimizin yapacağı ilk iş, netlerinin tespitini yapmak. Bunun yapılması: 19 Haziran Cumartesi LYS-1 Matematik ( Matematik- Geometri),10.00 19 Haziran Cumartesi LYS-5 Yabancı Dil 14.00 20 Haziran Pazar LYS- 4 Sosyal Bilgiler ( Tarih- Coğrafya 2-) (Psikoloji- Sosyoloji- Mantık) 10.00 26 Haziran Cumartesi LYS- 3 Edebiyat Coğrafya (Türk Edebiyatı- Coğrafya 1) 10.00 27 Haziran Pazar LYS-2 Fen (Fizik- Kimya- Biyoloji) ( üç kitapçık, 80- 100 soru) 10.00 sınavları için önemli. Yüksekokul düzeyindeki iki yıllık programlar için 140 puan barajını aşmak yeterli. Dört yıllık programlar için de 180 barajını aşmak gerekiyor. ÖSYM Başkanı Yarımağan’ın 6 Nisan itibariyle son açıklamasına göre, her birinden 8 soru yani 8 Matematik, 8 Türkçe, 8 Sosyal Bilimler, 8 Fen Bilimleri olmak koşuluyla toplamda 32 soru yapmak yeterli. İki hafta sonra açıklanacağı var sayarsak, durumu iyice netleşen öğrencilerimiz, tempolarını hiç düşürmeden hazirandaki sınavlar için çalışmalarını sürdürmek zorundalar. “Ben dört yıl boyunca sistemli, arkamda anlamadığım, eksik konu bırakmadan geliyorum” diyebilenler bolca test çözerek ufak tefek hatalarına rötuşlar verebilir. Bunu söyleyemeyenler de hiç geçmişteki pişmanlıklarla zaman kaybetmeden şu anda yapabileceklerinin tespitini yapıp elinden geldiğince çabasını sürdürmeli, önemli olan moraldir, son anda pek çok şey başarılabilir, yeter ki isteyelim… Benim yazılarımda hep sözünü ettiğim “sınıfta dersi iyi dinlemek, dinlediklerinin tekrarını yapmak, pekiştirici çalışmaları yapmak, ödev alışkanlığını kazanmak…” gibi okulun olmazsa olmazlarını, bu sınav öncesi günleri rahat geçirmek içindir. Zamanında bunların farkında olmak çocuklarımızı stressiz, sıkıntısız bir şekilde sınava hazırlamak ve elbette en önemlisi istediği üniversitenin istediği fakültesine gitmek gibi hayalini kurduğu günleri yaşayabilmeleri içindir. Çocuklarımız yaşamlarının henüz başında olduğu için bunun farkında olamayabilirler. Büyükleri olarak evde annenin, babanın; okulda idarenin, öğretmenlerin bunu çocuklarımızın fark etmelerini sağlamak bizlerin görevi. Ondandır yıllardır iğneyi hep kendimize batırışım… |
Ailenizin okula yaklaşımı
Ailenizin okula yaklaşımı |
05 Nisan 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Okullarımızın öğrenciler tarafından sevilen, koşarak gidilmesi gereken bir yer olması gerektiğine her yazımda değiniyorum neredeyse.
Meslek hayatım boyunca yaşadım ve gördüm ki ayakların geri gittiği ortamlarda insanlar kendini mutlu, huzurlu ve güvende hissetmiyorlar demektir. Bu şekilde gidilen işyerinin de okul, fabrika, mağaza… hangi alanda olursa olsun iş verimi ve kalitesi düşük olur; kurum, istediği hedeflere ulaşamaz. Bundan dolayıdır ki okullarda, yönetimden sınıftaki öğretmene hatta diğer çalışanlarına kadar bu konuda neler yapılması gerektiğine değindim. Bu hafta, çocuklarımızın koşarak okula gitmeleri, dolayısıyla da başarılı olması için veliye düşen kısmı nedir, onu analiz etmek istiyorum. "İmparatorlar Kulübü" adlı filmi, sinemada ya da televizyonlarda izlemişsinizdir. Bu filmde senatör bir baba, öğrencilerine ahlaklı olmaları gerektiğini öğretirken, yalnızlık duygusu içindeki zeki ama asosyal bir çocuğa, özgüven duygusu kazandırmak için çalışan tarih öğretmenine "Siz benim oğlumun karakterini şekillendiremezsiniz onu ben şekillendiririm" diyerek okulun, öğretmenin eğitim vermesini değil; sadece bilgi vermesini isterken hayatının en büyük hatasını yaptığının farkında değildir. "Yirminci yüzyılın ortalarına kadar eğitimde okulların ve ailenin yeri ayrı ve sınırları belirliydi. Okul, öğrencilerin akademik başarısından sorumluyken aileler, öğrencilere sadece ahlaki, kültürel ve dini değerleri öğretmekle yükümlüydüler" (Hill&Taylor) Filmdeki babanın okula ve öğretmene yaklaşımı, kesinlikle bu geleneksel anlayıştan kaynaklanıyordu. Babaların, annelerin eğitimcilere böyle müdahale etmesi, geleceği şekillendirecek çocuklar için ne kadar doğru bir yaklaşım olduğunu sorgulamak gerekir. Veliler, çocuğunun akademik başarısının yanında, kendine ve mensubu olduğu topluma yararlı olabilmesi, ahlaki değerlere sahip olması için okulla ortak bir çalışma içinde olmalıdırlar. Bu çalışmalar sırasında eğitimcilerin alanını ihlal etmeden, "kendine göre" doğrulardan hareketle değil; bu alanda yıllarını tüketmiş uzmanlarla kendilerini yetiştirerek, geliştirerek ve aynı zamanda okuldaki eğitimcilerle işbirliği yaparak olmalıdır. Konunun akademik uzmanları da etkili bir okulun oluşmasında, müdürün teslimiyetçilik içine düşmemek koşuluyla "Aileler, okuldaki öğrenme ve öğretim etkinliklerine destek verirken okuldaki karar sürecine de katılırlar ve okuldaki etkinlikleri geliştirecek bir kaynak olarak hizmet verirler" demektedirler.(Sergiovanni) Ailenin okula yaklaşımı, nerede durması gerektiğini bilmesi çok önemlidir. Ne öğretmenin işlerine müdahaleye varan bir yerde ne de öğretmen ne yaparsa yapsın; ama çocuğuma gereken bilgiyi versin kadar uzakta olmalıdır. Benim velilere bu konudaki önerim, her zaman kontrollü uzaklık olmuştur. Diğer bir deyişle, her gün okula gelmiş kadar çocuğun dersleri, notları, ödevleri, arkadaşları, okul faaliyetleri, sınıftaki davranışları hakkında bilgi sahibi olmalarıdır. Öğretmenleriyle iş birliği içinde olmalarıdır. Adeta evdeki kontrol mekanizması, öğretmeni olmaktır. Bir anne, bir baba olduğunu unutmadan, çocuğuyla saygı mesafesini koruyarak, boş, itici uyarılarıyla yüz göz olmadan… |
9 Eylül 2011 Cuma
Saygı mı, korku mu?
Saygı mı, korku mu? |
29 Mart 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Öğrenciler, öğretmenlerinin anlattığı konuyu dinlerken “korku”yu değil; anlatana, ders dinleyen diğer arkadaşlarına saygıyı, hepsinden önemlisi okula gelme amacı olan iyi öğrenmeyi, anlamayı kendilerine ilke edinmelidirler.
İnsanımızın iyi eğitim alması, toplumumuzun gelişmesi için bunun gerekli olduğunu her zaman ve her ortamda anlatıyorum, anlatmaya da devam edeceğim. Geçen hafta, bu konu ile ilgili çok güzel tepkiler geldi. Meğer insanlar, her alanda bu iki duygunun karıştırıldığına şahit oluyorlarmış. Tabii ben her zaman olduğu gibi bu çok geniş kapsamlı konunun okul, öğrenci, öğretmen ayağını ele alacağım. Geleceğin yetişkin toplumu, şimdi öğrenci olanlardan oluşacağına göre en doğru başlangıç noktası okuldur. Bana gelen mesajlardan birinde meslektaşım şöyle diyor: “Çocukların benim dersimdeki davranışları, matematik dersindekinden çok farklı oluyor. Oysa ÖSS sınav başarısı o derste oldukça düşük. Sınıf o derste her zaman çok sessiz olur, herkes dikkatle tahtaya yazılanları yazıyor veya yanındakiyle konuşmadan öğretmeni dinliyordur. Benim dersimde daha hareketli ve canlıdırlar. Çoğu zaman sınıftan çıkan sesleri “gürültü” diye algılayıp beni hiçe sayarak sınıfıma “ne bu gürültü?” diye dalan müdürün, müdür yardımcısının öğrencilerimin önünde beni küçük düşüren davranışlarına maruz kalırım. Buna rağmen, öğrencilerim ÖSS’de yurt ve il genelinde dereceye varan başarılar kazanıyorlar. Çocuklara, idareye karşı beni zor durumda bıraktıklarını, biraz daha sessiz olmaları gerektiği konusunda uyardığım bir gün niye o derste sessiz durduklarını sordum, bana verdikleri cevap beni çok şaşırttı. Meğer öbür öğretmen disiplin kurulundaymış, çok sıkılmalarına, anlattıklarını anlamamalarına rağmen “korkularından” sessizce oturuyorlarmış.” Meslektaşım şaşırmakta çok haklı. Çocuklarımız ya dayak korkusundan ya da disipline gideriz korkusundan ders dinliyorlarsa orada gerçekten çok büyük bir sorun var demektir. Esas olan idarenin böyle bir durumun farkında olup olmaması. Sınıfta gürültü olsun, ortalık birbirine girsin ya da herkes fısıltıyla da olsa birbiriyle konuşsun, dersi dinlemesin hiçbir zaman demedim, demiyorum. Böyle bir ortam, okulun amacına, mantığına aykırı olduğu gibi öğrenmeyi engelleyen en önemli sorun olduğunu yıllarca söyledim. Burada asıl sorun, öğrencinin dinliyor ”muş gibi” bir tavır içinde olması. Bu yanlış tavrın öğrencinin başarısında çok etkili olduğuna dikkat çekmektir maksadım. Evde ve okulda çocuklarımıza dinlemeyi öğretelim. Öğrenmenin temelinin bu noktada atıldığını öğretelim. O dersi onlara öğretme çabası içinde olan öğretmeni dinlememenin, üstelik yanındakiyle, etrafındakilerle sınıfta öğretmen yokmuş gibi tavırlarla konuşmanın ona karşı çok büyük bir “saygısızlık” olduğunu öğretelim. “Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet; başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu” nu yani “saygı”yı öğretelim. İlk önce okulda, sınıfta olmak üzere yaşamın her alanında evde, sokakta, bankada, sinemada, tiyatroda, otobüste, dolmuşta…. |
Öğrenci korkmalı mı?
Öğrenci korkmalı mı? |
22 Mart 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Yıllar önce, öğleden sonraki bir derste, öğrencilerime "dizin, kaynak, önsöz…" gibi, bir kitabı okumaya başlamadan önce, o bölümlerden nasıl yararlanmak gerektiğini anlattığım bir dersti.
Kucak dolusu kitabı sınıfa dağıtmış, anlattıklarımı uyguluyorlar, inceliyorlar, bana sorular soruyorlardı. Çocukların ilgili, dikkatli olmasından; konunun amacına uygun bir ders işlenmesinden dolayı iç huzuru yaşıyordum. Dersin grup çalışması ve öğleden sonra olmasından, bana sorular da sorulmasından kaynaklanan canlı, hafif gürültülü ama konu dışı hiçbir konuşmanın geçmediği, öğrendiklerini gördüğüm, mutlu olduğum tam istediğim gibi bir dersti. Zilin çalmasına yakın, son birkaç dakikada sormadan edemedim "Geçen gün kapınız açık olduğu için, geçerken gördüm, içerden "çıt" bile çıkmıyordu. Hepiniz heykel gibi oturmuştunuz. Nasıl oluyor bu? " Cevap beni çok şaşırttı. "Öğretmenim, dinlemediğimiz zaman Almanca öğretmeni çok fena dövüyor, valla korkumuzdan sesimizi değil; nefesimizi çıkaramıyoruz… dinliyor gibi yapıyoruz; ama hiçbir şey anlamıyoruz…" "Siz dövmediğiniz için daha rahat ders yapıyoruz; ama iyi anlıyoruz." O yıllarda "dayak cennetten çıkmaydı." Velilerimiz, bilgisine, ilgisine güvendiği öğretmenlere, okula çocuğu için en iyisi olsun, okusun da adam olsun diye "etini de kemiğini de" teslim ederdi! Şiddet, hiçbir ortamda, hiçbir dönemde sebep ne olursa olsun onaylanacak, hoş görülecek bir davranış değildir. Ne yazık ki yıllarca okullarımızda, eğitimin en etkili aracı olarak yerini hep aldı. Hala çoğu ailede olduğu gibi… Daha sonra televizyonlarda sıkça ele alınması, uzmanların, sevilen, beğenilen kişilerin şiddetin yanlışlığını anlatması etkili oldu. Şiddete eğilimli bu eğitimciler, haber bültenlerinde yer almaya başladıkça, insanların en önemli iletişiminin konuşma olduğu bilinci yayıldı, veliler de çocuklarını bu anlamda korumaya aldı. Elbette bu arada mesleğimize olan güven de azalmaya başladı. Bu defa velilerimiz, öğretmeni haklı haksız, bilir bilmez eleştirmeye başladı. Evde öğretmenlerle ilgili söylenen sözler, çocuklarımızı da etkiledi, öğretmene "saygı"da kusurlar başladı. Bu defa öğretmenin gözüne baka baka ders esnasında telefonla konuşmalar, su içmeler, aynaya bakmalar… başladı. Öğretmenlerin sabrı yetmemeye, veli öğretmeni suçlamaya, idare ortayı bulmakta zorlanmaya başladı. Nedense bizim insanımız bir türlü "normal"i yakalayamıyor, doğruyu bulmakta zorlanıyor, nerede, nasıl davranması gerektiğini bilemiyor. Durum böyle olunca çocuklar da yerinde ve zamanında davranma ile ilgili eğitimi ne evde ne okulda alamıyor. "Korku" üzerine kurulan hiçbir yapı sağlam ve sürekli olmuyor. Korkuyla o anda dersi dinliyor, babayı dinliyor, sonrasında üzerinden o baskı kalktığında daha kötü durumlar ortaya çıkabiliyor. Geçen haftalarda, haber kanallarında basit bir olay gibi geçti, üzerinde çok durulmadı; ama öğrencileri sıra dayağı için dizen müdür görüntüsü çok üzücü, ürkütücü ve çok da düşündürücü bir durumdu. SORU: Ülkemiz ne zaman çağdaş bir ülke olur? CEVAP: Korkuyla saygının karıştırılmadığı, saygılı olana korkak gözüyle bakılmadığı zaman… |
Yağmurlu güneşli mart
Yağmurlu güneşli mart |
15 Mart 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Mart ayına girdiğimiz günlerde içimde hep bir heyecan, bir iyimserlik vardır.
Ardından ilkbahar geliyor diye mi, doğa yeniden canlanıyor diye mi, kızım bu ayda doğdu diye mi bilmiyorum. Mart ayı, çoğu zaman kış kadar soğuk, bahar kadar serin, yaz kadar sıcaktır. Yoğun yağmurların ardından çıkan güneşi görünce kendimi kırlara yeşil alanlara atarım. Okullarda bu heyecan, daha farklı bir yönüyle kendini gösterir. İSTİKLAL MARŞI Her yıl 12 Mart’ta, İstiklal Marşı’ mızın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü olarak okullarda düzenlenen törenlerle çocuklarımıza “bağımsızlık mücadelemizin” ruhunu kavratmaya çalışırız. Böyle bir değere sahip olduğumuz için kendimizle gurur duyduğumuzu ifade ederiz. O günlerde yaşananları, ne uğruna şehit olmuş insanların bizden neler beklediklerini, beşer dizelik bölümlerde, en güzel haliyle anlamaya, içimizde hissetmeye çalışırız. Tarihimizle övünç duyar, geleceğe umutla bakarız… Bu martın güneşli günüdür… Bize bu güzel duyguları yaşatan, o günleri anlamamızı sağlayan, yaşadığı tüm ekonomik sıkıntıya rağmen para karşılığında duygularını satmayan “İstiklal Şairimiz” in yaşadıklarını, yüce, asil davranışını görür; ölüm döşeğinde, vatanın bağımsızlığı söz konusu olduğunda “Allah milletime bir daha İstiklal Marşı yazdıracak günler yaşatmasın” diyecek gücü nasıl bulduğunu öğrenir, hüzünleniriz. Bu da martın soğuk, bulutlu, yağmurlu günüdür… Umarım canım ülkemin güzel insanları geçmişte olduğu gibi gelecekte de güneşli, güzel günlerde çağdaş, laik, demokratik, Atatürk’ün açtığı yolda var olmayı sürdürür… Umarım… ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ “Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli/ Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli” diyen şehitlerimizin bu defa Çanakkale’de, 18 Mart’ta düşman gemilerinin geçişini engellerken bize seslendiklerini görürüz. Yiyecek, giysi, silah yönünden kendileriyle kıyaslanamayacak üstünlüğe sahip işgalci, gelişmiş ülkelere sadece yüreklerindeki yurt sevgisiyle, sadece güvendikleri, inandıkları Mustafa Kemal sevgisiyle akşamları “dost” olarak gördükleri düşmana nasıl karşı koyduklarını görür, o kahramanların torunları olmaktan gurur duyarız. Evlerinden kınalı kuzusunu savaşa gönderen onurlu Türk kadınlarını, bir daha göremeyeceğini bildiği er’ini cepheye uğurlayan nişanlı, evli kadınlarımızın acısını içimizde hissederiz. Şartlar ne olursa olsun şehitlerimizin ruhunun rahat olması, “ruhi mücerret gibi arşa yükselmesi” için bize bıraktıkları emaneti, güzel yurdumun kıymetini bilmek için söz veririz içimizden, dudaklarımızı kimselere göstermeden oynatarak… 18 Mart Çanakkale Şehitlerimizi Anma hüznüyle, Çanakkale Zaferi’ni kazanmış olmanın sevincini yaşarız mart ayında… Bize emanet bıraktığınız ülkemizin dostlarıyla dost olan, düşmanıyla asla işbirliğinde olmayan bugünün gençleri olarak bizler, sizlere layık olmaya çalışıyoruz. Siz, aziz şehitlerimizin önünde saygıyla, gururla eğiliyor, ruhunuz şad olsun diyorum…. |
Öğrenci davranışları
Öğrenci davranışları |
08 Mart 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Mesleğinin ilk yıllarında olduğu anlattıklarından belli olan bir meslektaşım, bana gönderdiği e postada, “Öğrencilerin sınıfta, ders esnasında saygı sınırlarını aşan davranışlar sergilediklerini, dersin işleniş akışını bozacak her türlü davranışlarda bulunduklarını, adeta bir öğretmenle değil de birbirleriyle konuşuyormuşçasına rahat ve laubali olduklarından” yakınıyor.
Hatta bu arkadaşım, öğrencilerin bu tarz yaklaşımlarından o kadar rahatsız olmuş ki gerekirse mesleği bırakabileceğini söylerken yine yazdıklarından bir özel okulda çalıştığını tahmin ettiğim bir başka meslektaşım da devlet okullarına geçmeyi planladığını, bunun için KPSS sınavlarına hazırlandığını belirtmiş. Öğrenciler arasında, bu tarz davranışların oluştuğunu, yaygınlaştığını duymak yıllarını bu mesleğe adamış biri olarak beni oldukça rahatsız etti. Ben, “saygısız” diye nitelendirebileceğim böyle davranışları, lise çağlarında ortaya çıkmaya meyilli olduğunu, o da öğretmenin sergilediği tutum ve koyduğu mesafeyle ilgili olabileceğini düşünürdüm her zaman. Ne var ki öğrencilerimizdeki, yanlış diye nitelendireceğim davranışların sergilendiği yaş grubu daha alt sınıflara kadar inmiş! Ne acı değil mi? Sürekli öğretmeni yargılayan, dersini dinlemeyerek ona en büyük haksızlığı yapan kişi ve kişiler, o anda sınıfta kendilerine bir şeyler öğretmek için çırpınan, işini iyi yapmaya çalışan bir yetişkin. Akşama kadar geçen süredeki çalışma ortamına bakın.. Ne onurlu insanlar ki öğrencilerine yararlı olmadıklarına inandıkları için okullarından ayrılmayı düşünüyorlar. Hepimizin zaman içinde bu tür davranışlar sergileyen öğrencilerin olduğu sınıflarda ders anlatmak için sağlığımızı dahi tehlikeye attığımız sınıfları olmuştur. Öğretmenlik; sabrın, özverinin,bana göre aynı zamanda mücadeleci olmanın da sembolü olan bir meslektir. Sınıfta bu denli insan onurunu zedeleyecek, insanda bıkkınlık yaratacak davranışlara katlanabilmek zordur. Acaba bu çocuklarımız, böyle davranışlar sergileyebilme cesaretini nereden ve kimlerden alıyor, bu hakkı onlara kimler veriyor? Bu okulların idare ve rehberlik birimleri, öğretmenlerimizin tespit ettiği bu öğrenciler için hangi önlemleri alıyor? Onlara yaptıklarının insani yönden ve kendi başarıları yönünden yanlış olduğunu anlatacak, doğruyu gösterecek psikolojik yardım ve destek sağlayıcı çalışmalar yapacak yetkili birimler ne yapıyor? Öğrenciyi odaya alıp ona bir iki bağırmak mıdır idarenin eğitimdeki yeri? Bazı okullarda olduğu gibi “korku” üzerine mi öğrenci davranışları ele alınmalı? “Artık öğretmenliğin de eski tadı kalmadı.” Bu cümleyi duymak içimi o kadar acıtıyor ki… Çalışırken de geçen seneki yazılarımda da söylediğim gibi, “Okullarımızda rehberlik servisleri daha etkin çalışmalı, hatta her okulun kendi bünyesinde bir psikoloğu bulunmalı.” Başta öğrenciler olmak üzere öğretmenler, okul çalışanları, veliler için … |
Okul ve toplum
Okul ve toplum |
01 Mart 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Okul, toplumun aynasıdır. Dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde okullara bakılarak o toplumun genel özelliklerini görmek mümkündür.
Bana göre, sosyal konularda, siyasi konularda ya da sınıfta bir dersin konusunda olsun hiç fark etmez, anlatılanları, yaşananları doğru algılayabilmenin temel şartı, bilgileri, olayları bir sıra, bir plan dahilinde, sesleri yükseltmeden, kavga etmeden topluluğa anlatılmasıdır. Ülkemizde, son zamanlarda olup bitenleri, insanların anlayamamasının ya da olduğundan farklı anlamasının, kısacası kafaların karışmasının temelinde yatan sebep, olayların ve gerçek niyetlerin sırayla, program halinde anlatılmaması. Ya da programın bizlere tam olarak yansıtılmaması. Bunun sonunda da toplumda, yaşanan olaylara yönelik bir güvensizlik ortamı meydana gelmektedir. Bursalıoğlu, okulun görevlerini üç ana bölümden oluşturmuştur. Bunun ikinci maddesinde şöyle demektedir: ”Okulun politik görevi; yetiştirdiği kuşağın toplumdaki devlet sistemine bağlılık göstermesini ve liderlik yetenekleri olan öğrencilerin seçilmesi ve eğitilmesini gerçekleştirmektir.” Demek ki okulların da bir politik görevi var. O halde okulla toplumu ayrı yerlere koymak olası değil. Nasıl ki toplumun iyi, ülke çıkarlarını gözeten, donanımlı liderlere ihtiyacı varsa okulun da aynı özellikte hatta daha fazla olarak lider özellikleri taşıyan müdüre ihtiyacı vardır; çünkü okul ülkenin geleceğini oluşturan mekanizmadır. Toplumun siyasi hayatındaki düzensizlik, belirsizlik, kurumların tutarsız açıklamaları okulu, dolayısıyla öğrencilerimizi, öğretmenlerimizi, velilerimizi etkilemektedir. Bu ortamın getirdiği olumsuzlukları 11 Nisan'da ÖSS'ye girecek öğrencilerimizin yaşaması gerekmiyor. Öğretmenleri olarak bizler, öğrencilere moral vermeye, onları motive etmeye ne kadar çalışsak da zaten var olan “Acaba kazanabilir miyim? Puanım ne kadar gelir? Benim için bu kadar masraf eden aileme layık olacak bir başarı gösterebilir miyim?..” gibi iç dünyalarında kopan kaygı ve korku fırtınaları yetkililerce dindirilmeye çalışılmalı. Üç günde bir değişik kurumlardan gelen farklı açıklamalarla bu kaygıları artırmaya kimsenin hakkı yok. “Bizde plan, “z” ye kadar var” deyip ısrarla, yeni katsayı hesaplamalarıyla umutları bir yakıp bir söndürmeye de hakları yok… Bana eksiklerini tamamlamak için gelen öğrencilerimin gözlerinde çaresiz, ürkek, umut ışığı sönmüş,”acaba yarın ne olacak?” diye soran bakışları görmek beni çok üzüyor. Biz, öğrencilerimizi sınava tam bir moral ve bilgi desteği ile girmelerini sağlamaya çalışıyoruz. Bunu yaparken de eğitimcilerin birleştiği: “Öğrencilerin önceki eğitim geçmişine bakılmaksızın, bilgi ve becerilerinin geliştirilmesi ve sonraki eğitim yaşamına hazır hale getirilmesi bütün öğretmenlerin en önemli görevidir.” anlayışından hareketle bu en önemli görevi yerine getiriyoruz. Umarım her alanda “sorumluluk duygusu” hakim olur!… |
Çağdaş yönetici
Çağdaş yönetici |
22 Şubat 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
“Günümüzde eğitim yöneticisinin temel amacı, MEB’ nin eğitim politikaları ve amaçları doğrultusunda eğitim kurumlarını yaşatmak ve etkili bir biçimde işler durumda tutmak anlayışına gelinmiş olmak, çağdaş okul yönetiminin ipuçlarını vermektedir.” diyen uzmanlar, çağdaş bir okulun oluşmasında temel kuralın “kafasıyla, gönlüyle çağdaş yaklaşımları benimsemiş kişilerin yönetimiyle sağlanacağını” belirtmektedirler.
Çağdaş yöneticide yöneticilik bilgisi, alana ilişkin teknik bilginin yanı sıra insan ilişkileri becerisine de sahip olmayı da gerektirir. Yine uzmanlar, çağdaş yöneticinin temel özelliklerini şöyle sıralıyor: l Kapsamlı insan bilgisine ulaşmış, l Etkili iletişim becerisine sahip, l Liderlik özellikleri baskın, l Anadilini güzel ve doğru kullanabilen, l Felsefe, mantık, uygarlık tarihi bilgisine sahip, l İletişim teknolojisine hakim, l Beden ve ruh yönünden sağlıklı, l Eğitime inanmış yöneticidir. (Açıkalın) Görülmektedir ki “anadiline hakim olmak, iletişim kurmak” bu iki özellik birbiriyle yakından ilişkilidir. Her alanda olduğu gibi yöneticilik kriterleri içinde de önemli bir yer tutmaktadır. Öğrencilerime her zaman “Kendini doğru ve istediğin gibi ifade edebilmenin, karşındaki insanı doğru anlayabilmenin temeli, dil hakimiyetidir.” diyerek onların kitap okuma alışkanlığı edinmelerinin önemini anlatmışımdır. Son zamanlarda okul yöneticisinin seçiminde, başka hangi özelliklere bakılıyor bilmiyorum; ama “yabancı dil de bilmesi” gibi koşullar da ileri sürüldüğünü biliyorum. Pek çok işyerinde, fabrikalarda belki gerekli olabilir, ithalat, ihracat…gibi kurumsal ilişkiler için önem taşıyabilir; ama bir okulun yönetimindeki yerini bulamıyorum. Her konuda kendimize örnek aldığımız gelişmiş ülkelerdeki okul yöneticilerinin hangi diğer dilleri bildiklerini merak ediyorum… Bu öğrenciler, gereken dil eğitimini öğretmenlerinden zaten alıyorlar, müdürlerin bilmesi hangi düşüncenin uzantısı?... Çağdaş yöneticilik, yabancı dil bilmekle eşdeğer mi tutuluyor? Oysa çağdaş yönetici özellikleri olarak sıralanan yukarıdaki maddelerde yer almadığı da bir gerçek… Artık ülkemizin eğitim öğretim konularında daha gerçekçi, kendi gereksinimlerimiz doğrultusunda çalışmalar yapılması kaçınılmazdır. Başta okullar olmak üzere her alandaki yöneticiler; öncelikle “Kurumumun gelişmesi, sonra ülkemin gelişmesi için neler yapabilirim?” sorusuna yanıt olacak çalışmalar sergilemelerinin zamanı çoktan geldi. Çevreye olduğundan farklıymış gibi görünme derdinden kendilerini kurtarıp daha samimi, daha inandırıcı, olduğun gibi görünmenin de zamanı çoktan geldi. Çağımızın yükselen değeri budur, olması gereken de… İçi doldurulmamış “kalite bayrakları”nı asmak değil…. |
Okulların kalitesi ve okul müdürleri
Okulların kalitesi ve okul müdürleri |
15 Şubat 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
İnsanın bazı sorunlara ilişkin tespitlerini yaparken bunun bilim adamları tarafından da ileri sürülmüş, kanıtlanmış, bilimsel bir nitelik kazanmış olduğunu görmesi çok güzel bir durum.
Sizlerden gelen destekleyici mesajlar da “Ben doğru yoldayım, tespitlerimde, değerlendirmelerimde samimiyim, düşündüklerimi çıkar gözetmeksizin dile getiriyorum.” diyebilme mutluluğunu, iç huzurunu yaşatıyor bana. Çünkü burada ele aldığımız konular, toplumun genelinde yaygın olan, dile getirilmesi, çözülmesi gereken sorunlar. Son günlerde okuduğum bir yayında “Okulların kalitesi,okul yöneticilerinin kalitesi ile eşdeğer kabul edildiği günümüzde, okul yöneticilerinin çağdaş ve demokratik yönetim yaklaşımı sergileyebilmeleri, yöneticilik kalitesini yükseltebileceği gibi, okulların kalitesini ve başarısını da artırabilecektir.”(A.Açıkalın- Okul Yöneticiliği) denilmekte. Şimdi bundan daha yaşanmış, daha doğru bir tespit olabilir mi? Yine bu yayında yapılan anketlere göre öğretmenlerin %13’ü müdürlerin “hiçbir zaman” tarafsız olmadıklarını ifade ederken; %21’i müdürlerin “nadiren” tarafsız olduklarını belirtmiştir. Öğretmenlerin %35’i müdürlerin “ara sıra” tarafsız olduklarına inanırken;%30’u da “her zaman” tarafsız oldukları yönünde görüş bildirmişlerdir. Bu sonuçlara göre, okul müdürlerinin, çağdaş yöneticilik davranışının önemli göstergelerinden biri olan “tarafsızlık” konusunda, istenen seviyede olmadıkları söylenebilir. Bu anketteki oranlarla geçen hafta ele aldığım Türk Eğitim- Sen sonuçlarının örtüştüğünü görmekteyiz. O zaman, okul yöneticileriyle ilgili bu durum, ciddiye alınmalı, öğretmenin işini sağlıklı yapabilmesi, motivasyonunun yüksek olması öğrenciye de yansıyacak; öğrencinin başarısını da etkileyecektir. Hiç kuşku yok ki ardından okulun başarısını da. Bu sorunun getirdikleri, öğrencilerimizin okul başarısıyla sınırlı değildir. Eğitimin kalitesi toplumun her alanında etkili olmaktadır. Okul müdürü, okulda olumlu bir çalışma iklimi oluşturarak amaca dönük etkinlikleri başlatmak, okulda öğrenci başarısını vurgulamak, öğretim programlarını koordine etmek gibi faaliyetlerle öğrenci başarısına dolaylı bir katkıda bulunarak okulun kalitesini ve verimini artırmada etkili olmaktadır. Bir okulun, öğretmeniyle öğrencisiyle ve tüm çalışanlarıyla mutluluk duyarak yaşadıkları bir yer olmalı anlayışına sahip olması; okul müdürünün de bu anlayışın oluşması için kendini görevli ve sorumlu kabul etmesi o okulun çağdaş bir hale gelmesinde en önemli etkendir. Artık toplumda yaygın olan “yöneticiliğin okulu yoktur” anlayışından gittikçe uzaklaşılmalı. “Yöneticilerin de hizmet öncesinde ve hizmet içinde olmak üzere iki dönemde eğitim alması, okulun verimliliğini artırır” anlayışına gelmeliyiz. Zira “okulu yok” anlayışından şimdiye kadar gelinen sonuçların yüzdeleri ortada!... Kendini geliştirmiş, yetiştirmiş, doğal yeteneğiyle birleştirmiş, tüm zayıflıklarından, hırslarından arınarak ideal yönetici olabilmiş olanlarına günümüz koşullarında rastlamak neredeyse mümkün değil. Hak etmek ayrı, hak etmeden hak ettirilmek ayrıdır. |
Öğretmenler, bakanlıktan şikayetçi
Öğretmenler bakanlıktan şikayetçi |
08 Şubat 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Bu başlık, Öğretmenler Günü’ne yakın tarihlerde basında gördüğüm, üzerinde durmaya değer gördüğüm bir konu içeriyordu.
Sadece okulların tatile girdiği veya açıldığı günlerde öğretmen, öğrenci ve okullar hatırlandığı için ben de üzerinden biraz geçtikten, öğretmenlerin unutulmaya başlamasından sonra ele almayı uygun gördüm. Haberin devamında Türk Eğitim-Sen tarafından 3 bin 65 öğretmen üzerinde yapılan anket sonuçları yer alıyordu. Sonraki günlerde bu anketle ilgili neler yapıldı, MEB bu anketi dikkate aldı mı bilemiyorum; ama orada asıl dikkatimi çeken bir başka başlıktı. ”Öğretmenler idarecilerin ayrımcılık yaptığına inanıyor.” Ankete göre, “öğretmenlere idarecilerle olan ilişkilerinde ne tür sorunlarla karşılaştıkları sorulduğunda öğretmenlerin yüzde 42.5’i adam kayırma ve ayrımcılık, yüzde 29.4’ü okulda yaşanan sorunlara duyarsızlık, yüzde 14.1’i baskıcı ve dayatmacı tutum, yüzde 13.9’u sendikal farklılıklara göre davranma” cevabını verdiğini gördüm. İdarecilerin adam kayırma ve ayrımcılık yaptığına inanan öğretmenlerin yüzdesinin bu kadar çok olması düşündürücü. Bir okulda idareci, eski tanıdıklarına, yakın arkadaşım diye gördüğü öğretmene hak etmediği bir yaklaşımda bulunuyor. Bu “ötekiler” için çok üzücü olmalı. Ne yapabilir? Elinden ne gelir?... Sonuçta tüm öğretmenler o okulun, öğrencilerin başarısı için amaç birliği içinde diye düşünür. Bir gün gerçeğin görüleceği umuduyla işine devam eder. Anket sonuçları ise işte bu konunun ciddi bir sorun olduğunu ortaya koyuyor. Diyelim ki bir okulda bir öğretmen, yıllarca o okulun yükselmesi, çocukların başarılı olması için gecesini gündüzüne katmış, çalışmış, didinmiş, olmayanları olur hale getirmiş, “Ders programıyla ilgili en küçük bir itirazda bulunmamış.” Bu arada okula yeni gelen ama okul idaresindekilerle bazı ahbaplık ilişkileri içinde olan veya ”her zaman ona güzel iltifatlarda bulunmuş”, samimiyetsizliğini bebeklerin bile görebileceği sözüm ona saygı göstermiş, suya sabuna dokunmamış, her söyleneni doğru mu yanlış mı demeden “tamam efendim” demiş, yapılan yanlış uygulamalara göz yummuş öğretmenin programı, son derece düzgün, dersler sabah saatlerinde, hatta boş günleri, boş dersleri o kadar güzel ayarlanmış ki istese bu kadar olmaz. Diğer tarafta yıllardır orada bulunan veya az önceki tavırları sergilememiş öğretmenin programı adeta cezalandırıcı bir anlam taşıyor. Biz öğretmenlerin deyimiyle” karnıyarık “ bir halde. Boş saatleri, boş günleri en olmadık zamanlarda. Şimdi o insanlar da çocuk değil; kendilerine yapılan bu haksızlıkları görüyorlar. Kaldı ki şimdi çocuklar bile her şeyin farkında. Ya da gerçekten başarılı olan öğretmenin okutması gereken sınıflar, yeni gelen veya yakın arkadaş olan öğretmene veriliyor. Onun öğrencilere yeterince verimli olmayacağını bildiği halde. “Bu sınıf daha problemsiz, onun başına iş açmaz, iyi öğrenciler çoğunlukta, sınıf hakimiyeti problemi yaşamaz…” Peki olan kime oluyor? Elbette bu tür hesaplardan habersiz olan öğrencilere… SORU: Ülkemiz ne zaman çağdaş bir ülke olur? CEVAP: Bu tür adam kayırmaların bütün kurumlardan tamamen yok olduğunda; ama en başta ve ilk önce okullardan yok olduğunda… |
Müdür yardımcısının görevleri
Müdür yardımcısının görevleri |
01 Şubat 2010 Pazartesi |
aercan@bursahakimiyet.com.tr |
Geçen haftalarda ideal okul müdürünün nasıl olması gerektiği ile ilgili konulara değindim daha da irdelemeye devam edeceğim; ama bu hafta bir okulun müdür yardımcılarının da olduğunu, okul içinde yapması gereken görev ve sorumluluklarının bulunduğuna değinip yine sizlerden gelen istekler doğrultusunda bu konuya yön vereceğim.
Öncelikle müdür yardımcısının da o okulda bir çalışan olduğunu belirteyim. Görevleri de Lise ve Ortaokullar Yönetmeliği madde 14’te şöyle başlar: ”Müdür yardımcısı, müdürün verdiği emirleri yerine getirmekle görevlidir. Okulun eğitim, yönetim ve yazı işlerinden müdür yardımcısına verilecek ödevler, ders yılı başında müdür tarafından kendilerine bildirilir. Müdür yardımcısı, bu ödevlerin eksiksiz olarak yapılmasından birinci derecede sorumludur.” Görülüyor ki o da öğretmenler gibi o okulun bir görevlisi ama görev alanı farklı. Eğer kendini öğretmenlerden daha üst bir yere koyuyor, öğretmenlerle ilişkilerinin boyutunu “ezici, hükmedici, eksiklerini yüzüne vurucu ya da arkasından müdüre yanlış bilgilendirici” tarzında oluşturuyorsa bu, onun kişilik problemiyle ilgili bir durumdur. Öğretmenlerin motivasyonunu etkilerken öğrencinin başarısını da etkilediğini dolayısıyla da okulun başarısızlığından da sorumlu olduğunu fark etmelidir. İlimizde, bu anlamda sıkıntı yaşayan öğretmenlerin çoğunlukta olduğu gerçeğinden hareketle İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nce müdür yardımcılarının kişisel gelişimleri, çevresindekilere komplekssiz yaklaşımları bağlamında seminerler düzenlemesi kaçınılmazdır. Çalışma hayatı, yönetmelik ve yasalardaki görevleri yerine getirirken “insan” olmanın öneminin de unutulmadığı bir ortam olunca güzel oluyor. Bunu güzel kılmak, okulun üstündeki ilçe ve il Milli Eğitim müdürlüklerinin görevidir. MORAL YÖNETİM Bu aralar öğrencilerimin okulda başarılı olabilmeleri için neler yapmaları gerektiği ile ilgili konulara pek değinemediğimin farkındayım. Şunu da biliyoruz ki başarı da başarısızlık da sadece bir kişiye indirgenemez. Bireysel başarılar, bir bütünün parçalarıdır. Belki şimdiye kadar hep o bütünü dikkate almadan her öğrenci, her veli hatta her öğretmenin kendi birey olarak çalışmalarını, çalışmalarda yapması gerekenleri anlatarak içten dışa bir yöntem uygulamak gereği duydum. Bunun sebebi de kişisel gelişim çalışmalarında görülen önce kendimizde var olan ya da olmayanları gözden geçirelim, eksiklerimizi görelim; daha sonra bizim dışımızda bizi etkileyen faktörlerin değerlendirmelerini yapalım, onlarda olması gerekenleri saptayıp dile getireyim istedim. Bu dile getirdiğim durumlardaki eksiklerin giderilmesi, yanlışların düzeltilmesi işini de onların görev anlayışına, sorumluluk duygularındaki gelişmişliğe bırakalım. İYİ TATİLLER Sömestr tatilinin ortasına geldiğimiz şu günlerin kıymetini bilip okulun açık olduğu zamanlarda bir türlü gerçekleştiremediğiniz çalışmalarınızın üzerinde durun sevgili öğrenciler! İkinci dönem, sınavlarla dolu, yoğun bir çalışma temposu içinde olacaksınız. Karnede notlarınızla ortaya çıkan durumu iyi yorumlayın. Hangi derslerin konuları tekrarı ve eksiklerinin tamamlanması gerekiyorsa onların farkında olun, gerekirse kendinize bir çalışma programı hazırlayın. Derslerle ilgili çalışmalarınızı yaparken sinema, tiyatro, konser gibi sosyal aktivitelere de zaman ayırın, günde en az on sayfalık kitap okumalarınızı da ihmal etmeyin. Göreceksiniz zamanı iyi kullanmış olmanın hazzı sizin daha iyi dinlenmenizi sağlayacak, içiniz daha huzurlu olacak. |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)